31.05.2014

Gezi Parkı Yazı Dizisi - 31 Mayıs

Geniş plan. Sis bulutu. Gözle görülebilecek mesafe birkaç metre. “Önünüzdeki araçla hızınızın yarısı kadar mesafeyi muhafaza edin” denirdi arabada olsak. Değiliz. Araç bedenimiz. Ayaktayız. Gözümüz ileride. Çıkabilir miyiz acaba buradan? Yoksa İstiklal Caddesi’ni mi denesek? Ya da Talimhane nasıldır? Bilinmiyor. Hızımız yok, çünkü duruyoruz. İğne atsan yere düşmez, gaz kapsülü belki. Çünkü binlerce insan dar bir caddeye sıkışmışız. “Ya hep beraber, ya hiçbirimiz”. Beraberiz. Çok beraberiz hem de. Hiç bu kadar beraber olmamıştık. Silahsızız. Silahımız cümlelerimiz. Kalkanımız yok. Kaskımız da. Cop tutmamış ellerimiz, belki bazılarımız yemiştir vücudunun bir yerine o plastiği, tek iletişimimiz bu “onların” silahlarıyla. Ben biber gazı tadını biliyorum. Tribünlerden. Yıllarca soluduğum şeyin nasıl bir etki yapabileceğini bilmiyor yanımdakiler, etraflıca anlatıyorum. Genel kültürümün içinde biber gazı tecrübesinin bulunması nasıl bir ülkede ve nasıl bir faşist düzende yaşadığımın birincil kanıtı.  

Ön taraftan sürekli insanlar geriye geliyor. Alman Hastanesi’nin önünde safa katılmışken ilerleme güdüsü duymadan bir anda en öne geldiğimi hissediyorum. Gaz yiyenler arkaya geçiyorlar çünkü. Hepimiz tadacağız, korkumuz yok bundan. Derken bir kapsül görüyorum.

Orta plan. Hareketli çekim. Gaz fişeği başıma doğru geliyor. Yapabileceğim pek bir şey yok, kaçamayacağım. Yanımdakilerde bir devinim, bir eğilme telaşı. Beyhude diyor iç sesim, kaçamazsın. Biri çekiyor beni. Çekiyor ne kelime, sürüklüyor. Ortalık bembeyaz. Genzim yanıyor. Teçhizat nedir bilmiyoruz, bizim bir park vardı, onu alacaktık sadece, o sebeple buradayız. Arkama bakıyorum. Kapsül yanımdaki dükkanın kapalı kepenklerine çarpmış ve yerde ve sebeb-i ziyaretinin hüneri olan acı dumana boğuyor ortalığı. Genzimin yanması ile ölüm arasında net bir tercihim var. Yaşamak istiyorum, dolayısıyla her türlü biber gazını dilerlerse yemeklerime de katabilirler. Böyle başlıyor 31 Mayıs ile Gezi eylemleri ve böyle sert bir olayla hızlı başlıyorum mücadeleme. Mücadele dediğimiz silahsız ve teçhizatsız bir direniş sadece. Ama öyle bir direniş ki, korkunun zerresi yok. Öte yandan başımda baret yok. Elimde eldiven bulunmuyor. Henüz maske bile almamışım, en dandiğinden, en eczane işinden bile haberdar değilim. Ama olacağım. O kapsül başıma gelseydi bu hayatımın sonu olabilirdi. Olmadı, atan polise kısmet değilmiş. Onun için çok sorun olduğunu sanmıyorum, birini vuracağı haberini alması için fal baktırmasına gerek yok, elindeki tüfeğe iyi bakması ve yeterince insanlıktan çıkması kendisini kısa sürede başarıya ulaştıracak.

Büyükparmakkapı Sokak. İnsan istifi. “Faşizme karşı omuz omuza”. Omuz omuzayız kardeşim, boğazını patlatana kadar bağırabilirsin. “Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiçbirimiz.” Yüzyıldan eski bu binalardaki akustiğe hayran olmamak mümkün değil. Bizim tek silahımız sesimiz ve Beyoğlu’nun tüm binaları bizim yanımızda. Sanki sayımız azmış gibi, kitlenin gücünü katbekat artırmakta son derece yardımcılar. AFM’nin oraya kadar insan. Sonra bir boşluk var. Gerisi polis. Dünya üzerindeki gelmiş geçmiş tüm devletlerde kamu görevi yerine getiren memurların en yalancısı, riyakarı yemin etmiş parka vatandaşın girmemesi üzerine. Etsin, birkaç gün sonra “aranızda olmak isterdim” diyecek nasıl olsa, der. Karaktersizlik ziyadesiyle fena bir kişilik hastalığı… Öyle bir kalabalık ki, tünele kadar gidiyor. Havadan çekseler bari şuranın fotoğrafını, diyorum içimden. Ses azalmıyor, sayı hiç eksilmiyor, müthiş bir anla karşı karşıyayım. Böyle bir huzur, böylesine bir tatmin daha önceden hiç yaşamamıştım. Nasıl da güveniyorum kendime şuan, nasıl da güveniyorum buradaki binlerce kişiye. Bu ülkeye, bu gençliğe… Şiddete maruz kalıp şiddetle cevap vermeden mücadele etmekten daha ulvi bir şey var mıdır acaba? Bir parkın AVM olmasını engellemek adına buraya gelen yüz binlerce insandaki vicdan kadar temizi var mıdır?

Yakın plan. Yerdeyim. Kalkmaya çalışıyorum. Yanımdaki arkadaşımı kaybettim. İnsanlar yerdeler ve bağırıyorlar. Bir şeyim yok, biliyorum, gözüm de birazdan açılacak. Tek korkum polisin bu kısa sürede gelmesi. “Önce kendi oksijen maskenizi takın, daha sonra yanınızdakilere…” Aklımda bu cümle var. Önce kendime gelmeliyim. Kalkıyorum ve o sırada daha önce görmediğim bir sıvı döküyor elime tanımadığım biri. “Gözüne sür”, diyor. Sürüyorum. Kendime geliyorum. Yerdeki insanları kaldıra kaldıra ilerliyorum Cihangir tarafına. “Polis geliyor” çığlıkları her yerde. Koşuyorum. Düşüyorum. Yine koşuyorum. Neyse ki yıllarım buralarda geçti, sokaklarını, çıkmazlarını, kısa yollarını adım gibi biliyorum. İlkyardım’ın paralelindeyim. Kimse yok. Birkaç polis beni görüyor. Anlıyorum ki çoktan dağıtmışlar buraları. Hızlıca Tophane tarafına doğru ilerliyorum. Allah Allah, burası da hayli tenha… “Nerede bu insanlar?” derken sağımdan doğru şişeler ve taşlar geliyor üstüme doğru. Bir taş ayağıma geliyor. Tophane’nin gençleri beni taşlıyor. Tepki vermiyorum. Gücüm kalmadı, saat 2’yi geçti. Bir şekilde iniyorum sahile. İnsanlar burada. Tophane’nin sözüm ona bıçkın veletleri tırsıyor, gelemiyor. Arkadaşlarıma denk geliyorum. “Benden bu kadar” diyor ve taksiye biniyorum. Doğru Akaretler’e. Yüzüm gözüm sıvıdan kurumuş. Üstüm başım leş gibi. Vücudum yorgunluktan kaskatı ve soluk soluğa bir haldeyim. Ama bir huzur var içimde, tarifi namümkün. Sadece durdum aslında. Kimseye saldırmadım, kimseyle kavga etmedim, hiçbir şey fırlatmadım. Ben sadece bu hayâsızlığa dur demek istedim ve bunu durarak yaptım. Başımı gaz kapsülü sıyırdı, epeyce gaz yedim, düştüm, kaçtım. En sonunda tüm süreç boyunca benzerini görmediğim tesirde bir gazla kendimi yarı baygın buldum. Bütün bunları düşünüyordum taksideyken. Huzur dolu, kıvanç dolu, tertemiz bir zihnim var şuan. Korkmuyorum. Çünkü ben bu akşam korkuyu yendim.

Biliyorum. Biraz dinlenip yarın Akaretler’den yürüye yürüye Gezi’ye gideceğim. Bilinçleneceğiz, daha iyi giyineceğiz ve o parka yarın gireceğiz. İnanıyorum buna. İnsanlara inanıyorum bugün ben. Bugün ben gurur duyuyorum halkla.

Çünkü tüyleri diken diken eden bir gerçeği keşfettik biz 31 Mayıs’ta. Bir daha asla unutmamak üzere;

 “ya hep beraber, ya hiçbirimiz”…

30.05.2014

Gezi Parkı Yazı Dizisi - 30 Mayıs Gecesi

Yorgunum. İşten çıktım ve fakat bin türlü sorun, dert, tasa arkamda. İş benim değil, şirket benim değil, ama kurumsal da olsa sahipleniyor insan, başarısızlığa tahammülü yok çünkü. En iyisini, en doğrusunu yapmak istiyor, böylece tüketiyor kısıtlı enerjisini. Varsın olsun, bazı günler böyle de geçer, üstelik hava güzel, her yer çiçek açmış, boğmuyor şehir; aslında kalabalığı boğar, kabalığı boğar, trafiği boğar ama bir denizine, bir de nadir yeşilliğine inanmışsan devam edersin hayatına. Her şeyin azı makbul derler ya, insanı çok olan şehirde denize de yeşile de ulaşmak için mücadele etmen gerekir. Edersin, çünkü yaşama sebebin haline gelmiştir bir süre sonra, kanıksamışsındır. Kiminin gıptayla baktığı boğaza iki adım olmakla övünmek, aylar boyu gitmemeye nazaran daha yüce bir duygu gibi gelir. Veyahut bir iki ağaç gölgesinde oturmayı baharın uyanışı addedersin, elinde değil, yaşamayı öğrenmekle ilgili bir mesele bu. Yaşadığın şehir bulunmaz bir nimettir zihinlerde lakin gel gör ki, yaşarken öyle olmayabilir. Bunu çoktan beri bilirsin.

Derken bir telefon; “dün niye gelmedin?” diye kızarak açılmış. Akşam mesaim yok, nereye gitmeliydim ki, diye düşünmekten kendimi alamadım haliyle ve iş havliyle. “Gezi parkı eylemini duymadın mı?” diye devam ediyor üstelik cevap bile veremediğim halde karşımdaki azımsanmayacak sinir harbi; sanki bir sivil toplum örgütü üyesiyim ya da şehir planlamada bilirkişiyim. “Elbette duydum ama gelmemin zaruri olduğunu düşünmedim” diyecek oluyorum. “Öyle şey olmaz, hemen gel, bira aldım, kitap da var, burası çok güzel, burada birlikte duralım, parkı vermeyelim” diyor öte yakadan gelen ses. Kitap, bira, park… İstanbul’da yaşıyorum ben; bana bu üç nimet aynı platformda sunulmuş, daha fazla neyi düşünebilirim ki diye sorguluyorum. Sanmayın ki, bu sorgulama dakikalar sürüyor; sadece iki üç saniye… Derhal yolculuk planımı yapıyorum ve uygulamaya koyuyorum. Bu da bir zorluk sevgili okuyucu, İstanbul’da yaşıyorsan ve bir parka gitmek istiyorsan, bunun için kendine bir güzergah çizmen gerekebilir. Varsın, bu da olsun… Olabildiğince hızlı gidiyorum, karnımın açlığını düşünmeden, düşüyorum parkın dehlizine. Kimi şarkı söylüyor, kimi kitap okuyor, kimi kitap okuyanları dinliyor. Bir bienal, daha da ötesi bir festival ortamı. Kimse kimseye bağırmıyor, küfür yok, anlayış sonsuz, paylaşım sınırsız; müzik var, kitap var, sanat var. Gırla. Ağaç var, gölge var, rüzgar var serinleten cinsten, insan var, insanlık var. Çiçeklerden gelen koku buram buram. Sponsor bulsan böylesini sağlayamazsın, para ödesen bu kadarı olmaz, öyle nefis. Yemek aklına bile gelmiyor, bir çeşit huzur tüm bedenini sarıyor, kendini akışa bırakıyorsun. Saatler geçiyor, bu tandans değişmiyor, gelen-giden aynı vakayı aynı huşu içinde sürdürüyor. Kimi genç, kimi orta halli… Kimi hali hazırda sanatla uğraşıyor, kiminin hobisi… Öte tarafta polisler var. Bazılarıyla yemek paylaşılmış, kimisiyle müzik dinlenmiş, birkaçıyla kitaplar ve yazarlar hakkında konuşulmuş üstelik. Diyalog var. İletişim sağlıklı. Hala tek bir bağırış ya da küfür yok. Olmaz da… Olamaz ki… O ortamda gittiğim an ile ayrıldığım an arasında geçen yedi saatte gördüğüm her bir anı yad ederek, anımsayarak söylüyorum, mümkün değil. Bahsettiğimin İstanbul’da pek mümkün olmadığını, benim zihnimde yarattığım yalan bir tezahürün dışavurumu gibi geldiğini düşünmek absürt değil, farkındayım bunun.

Akşam vakti gittiğim mekandan üzülerek gecenin üçünde ayrılıyorum. Eve gitmek zorundayım, ertesi sabah sekizde işe gitmeliyim zira. Biniyorum dolmuşa hayatımda hiç yaşamadığım bir tuhaf huzurla, birkaç saat uyumak uğruna. Sabah aynı mutlulukla uyanmışken gözüm haberlere takılıyor. Ayrıldığım ortamdan sadece iki saat sonra orada bulunan ve günlerden beri konaklamakta olan insanlara, o konuştuğumuz, yemek paylaştığımız, kitap okuduğumuz polisler saldırıyor. Anlamıyorum, çünkü tam olarak burası absürt bu gecenin. Aklım almıyor, neden ve nasıl diyorum. Arkadaşlarıma ulaşmaya çalışıyorum, ulaşamıyorum.

Ulaşamıyorum, ulaşamıyorum, derken ulaşıyorum.
Tüm eşyaları yanmış. Tek bir açıklama yapılmamış. Canını zor kurtarmış.
Ağlıyor, “Madımak’la ilgili okuduklarım gibiydi” diyor. İnanamıyorum. Tazyikli su değil, biber gazı yok, havaya ateş açmak gibi saçmalıkların esamesi okunmaz çünkü hepsinin daha da ötesinde yakmak var, diri diri yakmaya çalışmak, içinde insanlar uyurken insanlarla beraber yakmak… Absürt mü dediniz? Hayır; vahşet, katliam ve daha nicesi…
Ben o Perşembe akşamını hiç unutmuyorum. Ve o unutmadığım anıların ilki oluyor. Çünkü o akşam olanlar, her şeyin çıkış noktası.
Milyonların niye sokağa döküldüğünü tahayyül edebilmekten bile imtina eden canavarların ilk rotası.

30 Mayıs’ı 31 Mayıs’a bağlayan gece. Birçok şey gibi, hatta belki de hepsinin en başında, affedilmeyecek yanlışların başlangıcı…