Geniş plan. Sis bulutu.
Gözle görülebilecek mesafe birkaç metre. “Önünüzdeki araçla hızınızın yarısı
kadar mesafeyi muhafaza edin” denirdi arabada olsak. Değiliz. Araç bedenimiz. Ayaktayız.
Gözümüz ileride. Çıkabilir miyiz acaba buradan? Yoksa İstiklal Caddesi’ni mi
denesek? Ya da Talimhane nasıldır? Bilinmiyor. Hızımız yok, çünkü duruyoruz. İğne
atsan yere düşmez, gaz kapsülü belki. Çünkü binlerce insan dar bir caddeye
sıkışmışız. “Ya hep beraber, ya hiçbirimiz”. Beraberiz. Çok beraberiz hem de.
Hiç bu kadar beraber olmamıştık. Silahsızız. Silahımız cümlelerimiz. Kalkanımız
yok. Kaskımız da. Cop tutmamış ellerimiz, belki bazılarımız yemiştir vücudunun
bir yerine o plastiği, tek iletişimimiz bu “onların” silahlarıyla. Ben biber
gazı tadını biliyorum. Tribünlerden. Yıllarca soluduğum şeyin nasıl bir etki
yapabileceğini bilmiyor yanımdakiler, etraflıca anlatıyorum. Genel kültürümün
içinde biber gazı tecrübesinin bulunması nasıl bir ülkede ve nasıl bir faşist
düzende yaşadığımın birincil kanıtı.
Ön taraftan
sürekli insanlar geriye geliyor. Alman Hastanesi’nin önünde safa katılmışken
ilerleme güdüsü duymadan bir anda en öne geldiğimi hissediyorum. Gaz yiyenler
arkaya geçiyorlar çünkü. Hepimiz tadacağız, korkumuz yok bundan. Derken bir
kapsül görüyorum.
Orta plan. Hareketli
çekim. Gaz fişeği başıma doğru geliyor. Yapabileceğim pek bir şey yok,
kaçamayacağım. Yanımdakilerde bir devinim, bir eğilme telaşı. Beyhude diyor iç
sesim, kaçamazsın. Biri çekiyor beni. Çekiyor ne kelime, sürüklüyor. Ortalık bembeyaz.
Genzim yanıyor. Teçhizat nedir bilmiyoruz, bizim bir park vardı, onu alacaktık
sadece, o sebeple buradayız. Arkama bakıyorum. Kapsül yanımdaki dükkanın kapalı
kepenklerine çarpmış ve yerde ve sebeb-i ziyaretinin hüneri olan acı dumana
boğuyor ortalığı. Genzimin yanması ile ölüm arasında net bir tercihim var. Yaşamak
istiyorum, dolayısıyla her türlü biber gazını dilerlerse yemeklerime de
katabilirler. Böyle başlıyor 31 Mayıs ile Gezi eylemleri ve böyle sert bir
olayla hızlı başlıyorum mücadeleme. Mücadele dediğimiz silahsız ve teçhizatsız
bir direniş sadece. Ama öyle bir direniş ki, korkunun zerresi yok. Öte yandan başımda
baret yok. Elimde eldiven bulunmuyor. Henüz maske bile almamışım, en
dandiğinden, en eczane işinden bile haberdar değilim. Ama olacağım. O kapsül
başıma gelseydi bu hayatımın sonu olabilirdi. Olmadı, atan polise kısmet
değilmiş. Onun için çok sorun olduğunu sanmıyorum, birini vuracağı haberini
alması için fal baktırmasına gerek yok, elindeki tüfeğe iyi bakması ve
yeterince insanlıktan çıkması kendisini kısa sürede başarıya ulaştıracak.
Büyükparmakkapı
Sokak. İnsan istifi. “Faşizme karşı omuz omuza”. Omuz omuzayız kardeşim,
boğazını patlatana kadar bağırabilirsin. “Kurtuluş yok tek başına; ya hep
beraber, ya hiçbirimiz.” Yüzyıldan eski bu binalardaki akustiğe hayran olmamak
mümkün değil. Bizim tek silahımız sesimiz ve Beyoğlu’nun tüm binaları bizim
yanımızda. Sanki sayımız azmış gibi, kitlenin gücünü katbekat artırmakta son
derece yardımcılar. AFM’nin oraya kadar insan. Sonra bir boşluk var. Gerisi polis.
Dünya üzerindeki gelmiş geçmiş tüm devletlerde kamu görevi yerine getiren
memurların en yalancısı, riyakarı yemin etmiş parka vatandaşın girmemesi
üzerine. Etsin, birkaç gün sonra “aranızda olmak isterdim” diyecek nasıl olsa,
der. Karaktersizlik ziyadesiyle fena bir kişilik hastalığı… Öyle bir kalabalık
ki, tünele kadar gidiyor. Havadan çekseler bari şuranın fotoğrafını, diyorum
içimden. Ses azalmıyor, sayı hiç eksilmiyor, müthiş bir anla karşı karşıyayım. Böyle
bir huzur, böylesine bir tatmin daha önceden hiç yaşamamıştım. Nasıl da
güveniyorum kendime şuan, nasıl da güveniyorum buradaki binlerce kişiye. Bu
ülkeye, bu gençliğe… Şiddete maruz kalıp şiddetle cevap vermeden mücadele
etmekten daha ulvi bir şey var mıdır acaba? Bir parkın AVM olmasını engellemek
adına buraya gelen yüz binlerce insandaki vicdan kadar temizi var mıdır?
Yakın plan. Yerdeyim.
Kalkmaya çalışıyorum. Yanımdaki arkadaşımı kaybettim. İnsanlar yerdeler ve
bağırıyorlar. Bir şeyim yok, biliyorum, gözüm de birazdan açılacak. Tek korkum
polisin bu kısa sürede gelmesi. “Önce kendi oksijen maskenizi takın, daha sonra
yanınızdakilere…” Aklımda bu cümle var. Önce kendime gelmeliyim. Kalkıyorum ve
o sırada daha önce görmediğim bir sıvı döküyor elime tanımadığım biri. “Gözüne
sür”, diyor. Sürüyorum. Kendime geliyorum. Yerdeki insanları kaldıra kaldıra
ilerliyorum Cihangir tarafına. “Polis geliyor” çığlıkları her yerde. Koşuyorum.
Düşüyorum. Yine koşuyorum. Neyse ki yıllarım buralarda geçti, sokaklarını,
çıkmazlarını, kısa yollarını adım gibi biliyorum. İlkyardım’ın paralelindeyim. Kimse
yok. Birkaç polis beni görüyor. Anlıyorum ki çoktan dağıtmışlar buraları. Hızlıca
Tophane tarafına doğru ilerliyorum. Allah Allah, burası da hayli tenha… “Nerede
bu insanlar?” derken sağımdan doğru şişeler ve taşlar geliyor üstüme doğru. Bir
taş ayağıma geliyor. Tophane’nin gençleri beni taşlıyor. Tepki vermiyorum. Gücüm
kalmadı, saat 2’yi geçti. Bir şekilde iniyorum sahile. İnsanlar burada. Tophane’nin
sözüm ona bıçkın veletleri tırsıyor, gelemiyor. Arkadaşlarıma denk geliyorum. “Benden
bu kadar” diyor ve taksiye biniyorum. Doğru Akaretler’e. Yüzüm gözüm sıvıdan
kurumuş. Üstüm başım leş gibi. Vücudum yorgunluktan kaskatı ve soluk soluğa bir
haldeyim. Ama bir huzur var içimde, tarifi namümkün. Sadece durdum aslında. Kimseye
saldırmadım, kimseyle kavga etmedim, hiçbir şey fırlatmadım. Ben sadece bu hayâsızlığa
dur demek istedim ve bunu durarak yaptım. Başımı gaz kapsülü sıyırdı, epeyce
gaz yedim, düştüm, kaçtım. En sonunda tüm süreç boyunca benzerini görmediğim
tesirde bir gazla kendimi yarı baygın buldum. Bütün bunları düşünüyordum
taksideyken. Huzur dolu, kıvanç dolu, tertemiz bir zihnim var şuan. Korkmuyorum.
Çünkü ben bu akşam korkuyu yendim.
Biliyorum. Biraz
dinlenip yarın Akaretler’den yürüye yürüye Gezi’ye gideceğim. Bilinçleneceğiz,
daha iyi giyineceğiz ve o parka yarın gireceğiz. İnanıyorum buna. İnsanlara inanıyorum
bugün ben. Bugün ben gurur duyuyorum halkla.
Çünkü tüyleri
diken diken eden bir gerçeği keşfettik biz 31 Mayıs’ta. Bir daha asla unutmamak
üzere;
“ya hep beraber, ya hiçbirimiz”…