27.10.2014

Deux Jours, Une Nuit

Bir kâğıt parçasının insan onuru üzerinde etkisi nedir? Ya da şöyle sormalı: ayakkabı kutuları ile taşınan para mı, yoksa kaybedilen iş sonrası uğrunda hakkıyla savaşılan para mı daha değerli? Bu uğurda oy için dilenmeyi göze almak mı onurlu, yoksa vazgeçip kendini dilenci konumuna sokmamak mı? İnsanların hayatına ve yaşayışına dokunan çıkarlar bencil karar almayı gerektirir mi; aksine insanın işini kazanması o ikramiyeden yeğ mi?

Dardenne kardeşler yine çok can alıcı bir noktadan yakalıyor izleyiciyi. Türlü vicdan, onur, hak-hukuk muhakemesinin içinde olanca berraklığı ve kusursuz senaryo ile çok derinden bir iş çıkarıyorlar. Böylece Filmekimi sayesinde izleyebildiğimiz “Deux Jours, Une Nuit” her anlamda ders niteliğinde olmayı hak ediyor. Kendilerine Cannes’da Altın Palmiye adaylığı sağlarken Marion Cotillard bu yılın en sahici performanslarından birine imzasını atıyor.

Senaryo çok temiz ve anlaşılır aslında. Sandra (Marion Cotillard) geçirdiği ruhsal hastalık sonrası eski işine geri dönmek ister. İki çocuk sahibi çiftin (koca rolünde Fabrizio Rongione var) çeşitli masrafları göz önüne alındığında zorunluluk arz eden bir istek bu. Ancak Sandra’nın gidişinden sonra işin 17 değil, 16 kişi ile de yapılabildiğini gören patron ve yaveri Sandra’nın dönüşünü istemez ve çalışanlar üstünde baskı kurar. Yine de, adil biçimde yapılacak bir oylama sonucu çalışanlar ya Sandra’nın dönüşüne “evet” diyeceklerdir ya da “hayır”ı seçip ikramiyelerini almaya devam edeceklerdir. Film ise oylama öncesi Sandra’nın tek tek hepsinden oy istemeye gitmesine, tüm çalışanların yüzüne bakıp bir nevi “dilenmesine” odaklanıyor.

Tipik bir Jean-Pierre Dardenne & Luc Dardenne yaklaşımı olarak, yapımın her saniyesinde gerçekçilik had safhada ve büyüleyici. Öte yandan, yakın plan başrol çekimleri ile Marion Cotillard’ın yanında yürüyormuşsunuz hissini yakalamak az rastlanır cinsten. Buna bir de, Marion Cotillard’ın hafızalara kazınacak oyunculuğu girince empati yapmak hayli kolaylaşıyor. Çünkü konu tam çetrefil yumağı… Bir tarafta Sandra’nın kovulmasını istememek vicdani açıdan ağır basarken öte yandan ikramiyeden olmak hayatı zorlaştıracak mühim bir unsur. Bir yanda çalışanlar için “evet” diyeceklerin olduğunu öğrenmek vicdanı daha da sarsarken, aynı zamanda Sandra’nın yaşadığı onur zedelenmesi kalp kırıcı, üstelik onun hassas dengesini intihara sürükleyebilecek kadar tehlikeli.

Tüm film boyunca ikili diyaloglardaki bu yüksek tansiyonu vicdanınızın uğultusunu eksik etmeyerek yaşıyorsunuz. Sandra’nın her bir çalışanı ziyaretinde başka bir davranışa tanık olup vicdan denen o ince kabuğun kişiden kişiye nasıl değişebildiğini (belki biraz da kendi başınıza gelse ne yapardım değerlendirmesi eşliğinde) sorguluyorsunuz. Dardenne tarzı farklı bir son ile içsel ve işsel mevzular bir yere güzelce bağlandığında ise Sandra’nın yüzündeki tebessüm ve ferahlıktan en hakiki mürşidin ne olduğunu sakince hatırlıyorsunuz. Çünkü eser bunu son derece nazikçe yapıyor.

Neredeyse hiç dallanıp budaklanmayan bir senaryonun bu kadar leziz bir filme dönüşmesinde aslan payı Dardenne kardeşlerin olabilir, buna bir lafımız yok; lakin Marion Cotillard’ın soluk benzinin üstüne çenesinin titrediği, gözlerinin ferinin söndüğü, vücut hareketlerine ve yürüyüşüne dahi depresif bir hava verebildiği muhteşem performansını yabana atmak çok ayıp olur. İçinde bulunduğumuz yılın en iyi aktris performansına tanık olduğumuz bir gerçek.


İkilem hayatın her alanında, hatta her günümüzde var. Verdiğimiz kararların doğruluğunu/yanlışlığını idrak havuzumuzda vicdanımız elverdiğince tartabiliyoruz. Elbette ki, bunu her birimiz ayrı şekillerde yapıyoruz. İşte tam olarak bunu anlatıyor film. Bazen mutlak doğru ya da mutlak yanlış olmayabiliyor bu dünyada. Ama çeşit var, farklılık var, herkesi etkileyen başka hikâyeler var. İyilik yapmak belki çok zor değil, doğrunun peşinde koşmak bir yaşam biçimi dahi olabilir; peki zor anlarda kişinin kendinden vazgeçip başkası için o iyiliği yapabilmesi bunun neresinde kalıyor? Bunu yapmak doğru mu her zaman; kendini ve ailesini etkileyebilecek kararları iyilik, doğruluk, haklılık, haksızlık; hangi düzlemde vermeli, verir insan? Hassas oldukları kesin. Ama üstünde düşünmek de mutlaka dikkate değer. Tüm bunların ışığında sıkı bir vicdan muhakemesine ve kesinlikle iyi bir film izleyeceğinize hazır olun, yeter.

22.09.2014

13. Filmekimi için Öneriler

Sonbahar, yaz sonrası oluşu ve melankolik yapısıyla çoğu insan tarafından pek sevilmez. Ancak İstanbul’da yaşıyor ve sinema ile ilgileniyorsanız Eylül’ün başından itibaren yeni bir heyecan dalgasına kapılma şansına sahipsiniz. Öyle ki, dokuzuncu aya girildiğinde Filmekimi’nin programı belli olmaya başlamış, her sene kendini aşan bir liste ile bizlere ulaşan bu nefis etkinlik için geri sayımlara girilmiştir. Tüm yaz vasat filmler nedeniyle geriye dönük tematik çalışmalar yapan sinefiller için zaman özellikle Cannes ve Venedik Film Festivalleri’nde boy göstermiş önemli yapımları izleme zamanıdır. Bu yıl 13. kez düzenlenecek olan Filmekimi, önceki yıllara benzer bir yaklaşım ve hayli özenle seçilmiş bir liste ile büyüleyici bir hafta vaat ediyor.

43 filmin gösterileceği etkinliğe dair tamamıyla bireysel on filmlik bir liste hazırladım. Açıkçası her çalışan birey gibi, ben de sayısız filme gidemeyeceğimden öncelikli olarak mutlaka izlemek istediklerime yer verdim. Liste içerisindeki filmlerin çoğuna sinema ile ilgilenen insanların “mutlaka görülmesi gereken filmler” planlarında rastlamanız olası. En kişisel tercihim ise, iyi/kötü kaygısından uzak bir şekilde ve hiç düşünmeden ilk sıraya yazdığım Jean-Luc Godard yapımı. Godard’ı hiç tanımıyorsanız başka bir film seçmenizi önerebilirim. Şayet tanıyorsanız “La Nouvelle Vague” ile dünya sinemasına yön verenlerin başında gelen 84 yaşındaki büyük üstadın hiçbir saniyesini kaçırmamanız gerektiğini zaten biliyorsunuzdur.

Listede bunun dışında bir diğer usta Mike Leigh’in Cannes’da Timothy Spall’a “En iyi Erkek Oyuncu” ödülünü getiren “Mr. Turner”ı; Dardenne kardeşlerin ödülü kazansalar işin suyunu çıkarmalarına sebep olabilecek, neyse ki Altın Palmiye adaylığıyla yetinen “Deux Jours, Une nuit”i; Roy Andersson’a Altın Aslan’ı kazandıran ve son dönemin en çok konuşulan filmlerinden biri “En Duva Satt På En Gren Och Funderade På Tillvaron” yapımı da var. Bu arada Berlinale’de Altın Ayı adaylarından Kreuzweg’i özellikle senaryosundan ötürü çok merak ediyorum. Yine, Afrika sinemasının önemli isimlerinden Sissako’nun Timbuktu’su, Tom Hardy’li “The Drop”, Cannes’da epey beğenilmiş “Force Majeure”; güzel insan Richard Linklater’ın “Boyhood”u da kaçırılmayacak filmler.

Son olarak, hayatımda izlediğim en iyi film “Vozvrashchenie”nin yaratıcısı Andrey Zvyagintsev’in “Leviathan”ı da program dâhilinde ve aklımıza çoktan kazındı bile. Godard baba alınmasın ama festivalde bir filme gitmek gibi saçma bir zorunluluğum olsaydı, tercihim kesinlikle Leviathan olurdu.
13’ün uğursuzluğuna dair inancı köreltecek kadar efsanevi bir seçki ile Filmekimi’ni hazırlayan herkese teşekkür etmek lazım. Ama asıl şükranlar “goes to…” etkinliği Rexx’e getiren yüce insanlara!

  1. Adieu Au Language (Dile Veda)
  2. Leviathan
  3. Kreuzweg (Çile)
  4. Deux Jours, Une Nuit (İki Gün, Bir Gece)              
  5. En Duva Satt På En Gren Och Funderade På Tillvaron (İnsanları Seyreden Güvercin)
  6.  Timbuktu
  7. Mr. Turner
  8. Boyhood (Çocukluk)
  9. The Drop (Kirli Para)
  10. Force Majeure (Turist)

PS: Filmekimi geçen sene %99 doluluk oranıyla tıklım tıkış noktasına geldiğinden bu filmlerin hepsine bilet bulamazsanız “plase”lerimiz de hazır; merak etmeyin :)

9.09.2014

Fargo (FX - 2014)

Dr. Strangelove’un kilometre taşı kabul edildiği kara komedi türünü alıp sıra dışı bir noktaya taşıyan ve doğrusunu söylemek gerekirse bu janrın kavuğunu devralan iki adamın (yekpare oldukları da düşünebilir) yaptıkları kusursuz işlerden biriydi Fargo. Çok başarılı bir kara mizah türeviydi. Bundan tam on sekiz yıl önceydi. Efsanevi The Big Lebowski’den iki yıl evvel, Dr. Strangelove’dan otuz iki yıl sonra… Kafamız karışmaya başladı değil mi? Evet ise, harika. Coen biraderlerden bahsederken biraz allak bullak olmanın kimseye zararı yok; aksine bir nevi terapi gibi bir şey bu, iyi hissettiren. Brecht’in devrim niteliğindeki “epik tiyatro” kuramı üzerinden gerçekleştirdiği, ülkemizde Ferhan Şensoy’un Ortaoyuncular’da devam ettirdiği, Stanley Kubrick’in “en belirgin örnek” olarak sinemaya taşıdığı, Monthy Python’un ise gönüllere taht kurmasına temel oluşturan terimden söz ediyoruz.  Herkese iyi geliyor; çünkü fazla ciddiye alınan dünyada aslında fark edilmeyen ne saçmalıklar olduğunu görüyoruz tüm çıplaklığıyla. Kafamız karışıyor; çünkü absürt mü gerçek mi, kolayca özümseyemiyoruz. Coen biraderleri, filmlerini düşündüğümüzde, bundan mütevellit söz konusu türün bayrak sallayanı sayıyoruz.

Fargo, 1996’da düşük bütçesine rağmen bembeyaz Minnesota’dan çıkardığı kapkara komediyle dünyayı sallayınca Coen biraderler Barton Fink (1991) aracılığı ile girdikleri Akademi kapısından En iyi Senaryo ve Joel Coen’in müstesna eşi Frances McDormand’ın uzandığı En iyi Kadın Oyuncu heykelcikleri ile ayrılmışlardı. Ancak ödülden ziyade özgünlük dolu sinemaları ile o günlerden bu zamana hem “black comedy”nin üstatları hem de “auteur” kavramının nadide örnekleri oldular. Fargo benzeri çok sayıda yapım vasıtasıyla tebessüm sebebi sayıldılar. İşbu filmi, dilek ve temenniler köşemizin başlangıç noktası saymamız da bu yüzden. Barton Fink’i unutmak olmaz elbette ama Fargo’nun adı geçince Minnesota’da akan sular dururmuş. Öyle değil mi? Belki de. Buzun hemşehri sayıldığı yerde şu cümlenin geçerliliğini sorgulamayınız efendim. Coen kardeşler Fargo’nun başında “1987’de yaşanmış gerçek olaylara dayanmaktadır” deyip seyirciye yalan söylerken kızmıyorsunuz, buna da kızmayın.

2014’e geri döndüğümüzde karşımıza bir Fargo daha çıktı. Daha doğrusu FX, Coen kardeşlerin Fargo’sunu diziye dönüştürecek projesinden bahsetti. Bahsettiği an yer yerinden oynadı. Çoğunluk bunun yapılamayacağını, filmin tüm büyüsünün bozulacağını, Steve Buscemi’nin yine mi öleceğini sorguladı, kurguladı, durdu. Steve Buscemi’nin rol almayacağı açıklanınca bir ölüm vak'asından kurtulduğumuz için sevindik. Ama işin ilginci, Coen'lerin eserinden bahsederken kaç ölümden hangisine sevinebilirdik? İşin başına çok sayıda yapımcı geçeceği açıklandığında değil, yapımcıların arasında Coen biraderlerin de olacağını duyunca rahatladık. Senaryo canavarı Noah Hawley bölümleri yazacak dendiğinde, beklentimiz artmaktaydı. En nihayetinde, voleyi büyük oyuncu Billy Bob Thornton ile çaktıklarında artık neyle karşılaşacağımızı üç aşağı beş yukarı biliyorduk.

İlk sezonu on bölümden oluşan, ikişer bölüm olmak üzere beş yönetmen tarafından çekilen, Lorne Malvo namlı ruh hastası karakterin (Billy Bob Thornton), Martin Freeman tarafından canlandırılan Lester Nygaard ile Minnesota’nın kendi gibi beyaz, küçük kenti Duluth’ta karşılaşmasını ve mantık sınırlarını zorlayan sayısız cinayeti konu alıyor dizi. Süresi itibariyle karakterlere derinlik getirme fırsatını kaçırmazken Coen tarzı sükûneti kaybetmeden kara komedinin dibine vuruyor. Gerçeğin elinden tutup gerçek dışılığın peşinde sürüklüyor. Yetenekli Allison Tolman’ı sinema dünyasına sunuyor, Breaking Bad’in “Better Call Saul”unu Cast’ında barındırıyor. Tipini sevdiğimiz Adam Goldberg de var dizide, bir başka efsane Keith Carradine de. Hatta Tom Hanks’in yeteneksiz oğlu Colin Hanks bile var.

Dizi birinci sezonu süresince film Fargo’ya çapraz kurguyla bağı varmış gibi hissettirse de, farklı bir senaryo ile karşı karşıyayız. Öte yandan, sahne ya da kurgu benzerlikleri izleyiciye sevimli bir aidiyet hissettirmekte. Bilhassa başrollere yazılan sahne ve diyaloglar Coen işi kara komediye çok uygun ve epey başarılı. Her ne kadar kendileri senaryoda ya da yönetmenlik koltuğunda bizzat bulunmuyor olsalar da, ekibin Coen tarzını tökezlemeden yansıttığını söylemek lazım. Billy Bob Thornton, Martin Freeman ve Allison Tolman üçlüsünün dikkate değer performansları üzerinden dizi ilk sezonu itibariyle çıtayı çok yükseğe koymayı beceriyor.

Her biri elli üç dakikadan on bölüm. Düşünmesi bile kulağa hoş gelmiyor mu? Ya siz değerli okuyucu, Fargo’yu ve Coen kardeşleri sevdiğiniz halde bu diziyi hala izlemediniz mi?

Kusura bakmayın ama böyle tuhaflık Coen filminde bile olmaz. İkinci sezonunda yepyeni bir senaryo ve yeni oyuncularla dönmeden önce kendiniz için bir iyilik yapın. Sonrasında Emmy ile çoktan başladığı (En İyi Dizi ve En İyi Yönetmen) ödül serüvenine dair tahminlere birlikte göz atarız.  

3.09.2014

20.000 Days on Earth

Brighton serin, kasvetli ve yağmurlu… Sonsuzluğu kucaklayan Pier’i, ara sokakları, sakin yokuşları ve müthiş manzarası ile insanı büyülemek için fazlasıyla iyi bir dekor. Nick Cave’in burayı niye çok sevdiğini defalarca Brighton’da kalmış biri olarak anlayabiliyorum. Çünkü herkesten çok Nick Cave için biçilmiş bir dekor burası. Müziğinden kişiliğine tam anlamıyla uyuyor.

Yaşamının yirmi bininci gününe kurgulanmış yirmi dört saati belgeselleştirmek nasıl bir duygudur? Hele karşınızdaki istediğinde görünmezi oynayabilen ve böyle aksiyonlara pek gelemeyen Nick Cave ise. Muhtemelen birçok kişi için çok ilginç kayıtlar ortaya çıkardı. Ancak Jane Pollard ve Iain Forsyth işi konvansiyonel belgesel çekiminden öyle farklılaştırmışlar ki, izlediğinizin yalnızca bir belgesel olmadığını kolayca görüyorsunuz. Üstelik Richard Ayoade filmlerinin kadrolu görüntü yönetmeni Erik Wilson’ın katkısıyla görsel açıdan da derinlik kazandırmışlar. Belgeselin toparlanmasında en zor kısım ise Jonathan Amos’un. Gerçeklik, duygu ve mit içeren öğeleri başarıyla montajlamış.

Uyanan, ilgi çekici odasında yazı yazan, oğluyla Scarface izleyen, grubuyla çalan, Warren Ellis ile öğle yemeği yerken geyik yapan, Ray Winstone ve Kylie Minogue’la dönüşümlü araba turuna çıkan Nick Cave’i derin (psikoanalitik) bir röportaj üzerinden bizlere anlatıyor film. Arka planda birbirinden harika melodiler kulağımızda çınlayadursun, biz hafif melankolik ama fazlasıyla nostaljik bir yolculuğa eşlik ediyoruz. Kylie Minogue’un şoförlüğünü yaptığı esnada camda oluşan buğunun, Nick Cave’in hayatının ve elbette filmin ana metaforuna dönüşmesi subliminal bir seyahate kapı açarken Melbourne’de bulunan Nick Cave Arşivi’nde 20.000 günden kesitler izliyor, üstadın müzikal geçmişinin ne denli köklü olduğuna tanık oluyoruz. Almanya’daki Birthday Party kaydından tutun da, sevenleri için daha bir sürü tarihsel hazine. Fotoğraflara bakıp hikâyeleri hatırlaması ve anlatması şaşırtıyor tabii. Ama sıra dışı işler yapan başarılı insanların daha kuvvetli hafızalara ve anılara sahip olmasına hayret etmiyoruz.

Böylesine iyi kurgulanmış ve çekilmiş bir düzlemde Nick Cave’i, cümlelerini, hayatını ve en çok da zihin yapısını derinden görmek için daha iyi bir fırsat olamazdı herhalde. Doğaçlama ile mistik havanın birbirine karıştığı, Nick Cave’in doğasına en yakın ortamın yaratıldığı bu çok özel çalışma sadece onun hayatında önemli bir yer edinmeyecek, belgesel kategorisinde yaratıcı bir eser olarak da yerini alacaktır. Şimdilik kazandığı Sundance ve İstanbul Film Festivali ödüllerinden bu sonucu rahatlıkla çıkarabiliriz.

Filmin ardından, resme büyük pencereden bakıldığında, konunun sadece Nick Cave olmadığını duyumsamak da pek olası. Tam bir Rock star perspektifine sahip muhteremin açık sözlü ifadelerinden yola çıkıp içsel bir yolculuk yapılabilir ya da kreatif ruhun hayata nasıl yansıdığı/etki ettiği üzerine kafa yorulabilir.

Nick Cave’in de fiziken bir insan olduğunu hatırlayıp, öte yandan ruhunun hayata değdiği noktaları başarılı bir dram-gerçeklik-mistisizm harmanında kavrayabilme şansı her zaman gelmez. Brighton’ın insanı küçücük gösteren engin denize bakıp izlediklerinizin ne kadarının hayal ürünü, ne kadarının ilham ürünü ve ne kadarının hayat ürünü olduğunu irdeleme imkânını kaçırmayın. 

16.08.2014

Gençliğimize dadanan adam: Robin Willams

Depresyonda olması, iki kez bağımlılık tedavisi görmesi (hiç tam olarak atlatamadı) işin magazin tarafını çok heyecanlandırıyor olabilir ama dün sabah uyandığında haberi alıp yalnızca kalbi sızlayan ve ölümün nasıl gerçekleştiğinden ziyade kaybın büyüklüğüne odaklanan insanlar için çok önem arz etmiyor. Hatta intihar ettiği söylemi gerçekse bile, buna daha önce birçok kişi için söylediğimiz “ah be abi!” yaklaşımı dışında bir eleştiri getirmek zorunda da değiliz. Karşımızdaki dünyanın en komik birkaç adamından biri olduğuna göre, bırakalım sebebinin “depresyon” mu başka bir şey mi olduğuna dair açıklamayı magazin sevdalıları yapsın. Biz saymakla bitmez çalışmalarına, kişiliğine, hepimizin hayatına nasıl temas ettiğine odaklanalım. Çünkü Robin Williams, sinema-televizyon tarihinin başına gelen en güzel şeylerden biriydi.
Çocukluğundan itibaren kendini gösteren doğuştan taklit yeteneği ve pratik zekâsı, Robin Williams’ın izleyeceği rotayı aşağı yukarı erkenden belirlemişti. Juilliard’da tiyatro eğitimi almaktayken, hocalarına eğitime gerek olmadığını söylettirecek kadar üstün bir yetenek söz konusu olan. Kendisi de çok vakit kaybetmeden, 1975’te, 24 yaşında gece kulüplerinde stand-up’a başlar haliyle. Kısa sürede doğaçlama yeteneği, taklit kabiliyeti ve uçsuz bucaksız kişiliğiyle dikkat çeker. Kendisinin tüm dünyada tanınmasını sağlayacak Mork&Mindy’le televizyona balıklama geçiş yapar. Öylesine deli dolu bir adamdır ki, sürekli metnin dışına çıkar ve mütemadiyen doğaçlamaya yönelir. Prodüktörlerin türlü uyarıları sonuç vermeyip üstüne bir de ilgi daha da artınca büsbütün coşar, coşturur. Adeta gerçekten başka bir gezegenden gelmiş gibidir! Bundan sonrası peşi sıra gelir, her komedinin aranan adamı olmuştur.
garp
82’de başrolünü oynadığı The World According to Garp üzerinden drama kabiliyetlerini de gözler önüne serer. TV dizileri ve komedi filmleri arasında gidip gelirken sonraları hep hayatının bir kenarında tutacağı (taklit edeceği) keyifli Rus karakteri Vladimir Ivanoff’u Moscow on the Hudson (1984) filminde oynar. Geriye dönüp bakıldığında Robin Williams’ın niye tüm dünyada bu kadar sevileceğinin ilk izlerini bu filmde bulmak mümkündür. Gediklisi olacağı Altın Küre ödül törenleriyle de bu vesileyle tanışmış olur. Komedi-drama alanında kendine yer edinmeye başlamıştır. 86 yapımı Seize the Day vasatı geçemez ama Williams’ın drama performansları arasına bir artı olarak yazılacaktır. Sadece bir yıl sonra artık kült yapım ve performanslara sıra gelir. Vietnam üzerine yapılmış en harika işlerden biri olan Good Morning, Vietnam (1987) ve radyo açılışındaki bağırışı Robin Williams’ı tüm dünyaya açar, kendisi de Altın Küre’de ödülleri toplarken Oscar adaylığıyla da tanışmış olur.

Ara sıra TV dizilerinde birkaç bölüm, kimi filmlerde “uncredited”, ya da seslendirme olarak sektör için çalışmaya devam eder. 89’da kült filmlerin babalarından Dead Poets Society’de muhteşem bir performans sergiler. Film Oscar adaylıklarına damga vurur, bunlardan biri de John Keating rolüyle Robin Williams’ındır. Ancak yapıt yalnızca senaryo ödülüyle törenden ayrılır. Üstat için pek sorun yoktur, zira artık akıllara kazınmıştır. 90’da harika biyografik film Awakenings’de Robert de Niro’ya nefis bir yardımcı rolle eşlik eder, bunu Altın Küre adaylığıyla taçlandırır (boşuna gediklisi demiyoruz). Bütün bunların yanında vasat ötesi komedilerde yer almaktan kendini alamaz, sanki zihnini bu sayede boşaltıyor gibidir. 91’de bir başka kült film The Fisher King’le karşımıza çıkar. Tahmin edileceği üzere, yine büyük bir oyunculuk sergiler. En sevdiğim filmi diyebileceğim Terry Gilliam eserinde Jeff Bridges’la olağanüstü işler çıkarır. Ödülü yine bir Oscar adaylığıdır, Akademi üçüncü kez kazandığı “en iyi oyuncu” adaylığını yine heykele çevirmez. Aynı yıl Spielberg’in Hook’unda Peter Pan olur, izleyiciyi, özellikle çocukları büyüler. Ardından çeşitli filmlerde seslendirmeler yapar. Bu, onun bir başka uzmanlık alanıdır, bunu 1992 yapımı Aladdin’de o kadar yüksek seviyelere taşır ki, seslendirmesine Oscar adaylığı alıp almaması tartışılır! Hatta Spielberg, Schindler’s List’i çekerken psikolojik açıdan dağılan ekibin moralini yükseltmesi için Robin Williams’ı gün aşırı çağırır ve kahkahalara en çok sebep olan karakteri Aladdin’dir.

Schindler’s List’in dünyayı gözyaşına boğduğu dönemde oyunculuğunda çığır açan bir karakteri, yaşlı bir dadıyı canlandırır (Mrs. Doubtfire – 1993). Söz konusu performans, sahip olduğu karakter çeşitliliğine en iyi örneklerden biridir. 94-95’i tekrar cameo, uncredited, seslendirme, TV dizilerinde ve filmlerinde rollerle geçirir. Fıtratında inziva diye bir şey söz konusu değildir çünkü. Üstelik henüz tüm hünerlerini sergilememiştir. 95’in sonlarında Jumanji’yle oyunun içinden çıkan karakteri çocukların hem korkulu rüyası, hem en büyük merakı olur. Sonunda merak korkuyu bastırır ve 96’nın Kid’s Choice ödüllerinde en çok sevilen aktör seçilir! Seslendirmeleri olsun, oyunculuğu olsun; tüm çocukların en sevdiği adam olmayı her zaman iyi bilmiştir. 96’da hasılat rekoru filmlerinden, Fransız La cage aux folles (1973)’ten uyarlama The Birdcage’de gay bir gece kulübü sahibini başarıyla oynar. Aynı yıl Kenneth Branagh’ın kült uyarlaması Hamlet’te çok istediği Osric rolünde yer alacaktır. 97’de birkaç tuhaf komedinin yanı sıra Woody Allen’in neredeyse bir beni oynatmadığı Deconstructing Harry’sinde küçük bir rol alır, aynı sene yetmez Friends’in bir bölümünde de boy gösterir. Ama o yılın asıl performansını, nefis film Good Will Hunting’de ortaya koyar ve üç kez “en iyi aktör”de alamadığı Oscar heykelciğini, bu sefer “En İyi Yardımcı Aktör” ödülüyle kucaklar. Özlü sözlerle dolu kariyerine bir tutam “quote” da bu filmle serpiştirecektir.

image03
Bir yıl sonra, What Dreams May Come ile bizlere cennetin kapılarını aralarken hepimizi duygudan duyguya sürükler. Onun dediği her şeyin doğru olduğunu kabul edecek kadar güveniyoruzdur Robin Williams’a, tebessümle anlattığı hikâyelerin gerçek olduğunu kanıksamamız hiç zor olmaz. Fantastik öğeleri, itimadımız üzerinden gerçek kılmaktadır sanki. Aynı yıl bu sefer Patch Adams karakteriyle doktorların en harikası olarak beliriverir ekranda. İnsanları güldürerek tedavi edebileceği iddiasıyla… Filme karşı çıkanlar olur, ancak seyircinin Robin Williams’a güveni bir kez daha sonsuzdur.
patch
1999’da Yahudi bir bakıcıyı, ardından bir androidi, 2002’de fotoğraf obsesifi mutsuz bir teknisyeni canlandırır. Tümü vasat üstü filmler olarak değerlendirilebilir. Christopher Nolan’ın Imsomnia’sında Al Pacino ile birlikte oynar. Yakın arkadaş olan ikili, sonunda bir filmde birlikte oynama şerefine erişir. 2004’te Final Cut ve House of D gibi ilgi çekici filmlerle kariyerine devam eder. 2006’da Man of the Year ile ABD başkanlığına yürür, aynı yıl Night at the Museum’da yer alır. 2007’de hatırı sayılır başarı yakalayan August Rush’ın Maxwell Wallace’ı, 2009’da dünyanın en harika babasıdır (World’s Greatest Dad). 2011, 2012, 2013’te de portföyüne birçok yapım ekler. Salt içinde bulunduğumuz bu yılda rol aldığı iki film vizyona girdi ve yakın zamanda seyirciyle buluşacak üç yapımı daha bulunuyor. Son yolculuğuna çıkmadan önce tek seneye beş yapım bırakabilecek kadar bağlıdır işine.

37 yıl süren kariyerinde 100’den fazla yapımda yer alan Robin Williams, bir Oscar ödülü, üç Oscar adaylığı, altı Altın Küre ödülü, altı Altın Küre adaylığı olmak üzere 54 ödül kucaklar. Juilliard’dan hocası John Houseman, idolü Jonathan Winters’in kendisine gösterdiği yolda sadece ödül kazanmakla yetinmez; tüm dünyanın saygısına, sevgisine ve güvenine sahip olur. Hollywood’un en aranan aktörü olması onu seçici yapmaz, hayatının her döneminde herkesin yardımına koşan bir sinema emekçisi gibi davranır. Hollywood’un Yeşilçam’ı olsa kıraathaneye ilk onun portresi asılır.

robin-williams-cover-ftr
Farklı topraklarda/kültürlerde yaşamış kuşaklara öyle etki etmiştir ki, yalnızca aktör olarak değil, belli bir döneme ait hikâyelerin ve anıların içinde adı geçer. Çünkü kiminin çocukluğuna, kiminin ergenliğine, kiminin yetişkinlik bunalımlarına arkadaş olmuştur. Doğuştan sahip olduğu tebessümü, bin bir çeşit karakterin içine girebilmesini sağlayan müthiş oyunculuk yeteneği, hayatı ve insanları algılayış biçimiyle adını sinema tarihine altın harflerle yazdırmıştır. Ancak bunu sadece sinemaya indirgemek onu doğru anlamamıza engel olabileceği gibi, kendimize ve anılarımıza da haksızlık olur. Çünkü hepimizin hayatından, en azından bir kesitinden parçadır Robin Williams. Herhangi bir rolünün altında, üstü tozlanmış da olsa güzel bir anı yatar; hatırlayıp gülümsemek ise bize düşer.

Bir sanatçı için sonsuzluğa yürümenin bundan daha güzel bir yolu olabilir mi?

Güle güle Mork, gezegendekilere bizden selam söyle!

17.07.2014

Michael Haneke'den Kent Üçlemesi - Duygusal Buzlaşma Üzerine

Sizi çok rahatsız eden ve bitmek bilmeyen bir sahne düşünün. Ne olursa olsun, insana ve insanlığa güvenmek zorunda oluşumuzla hayata devam edebildiğimiz gerçeğine tutunmak isteyerek bu sahnenin devamında sizi mutlu edecek şeyler hayal etmekte serbestsiniz. Hayal etmelisiniz de… Bu hayal, insana yabancılaşmanız karşısında en önemli gücünüz. Hayal gücünüz şuanda meraka dönüşmüş durumda olsa da. Bu sahne sona erdiğinde muhakkak bir nedenle bağdaştırılacaktır, inanıyorsunuz. Yoksa yıkım olabilir, yıkım olmasa da bir şeyler sarsılacak, o güç sizi insandan uzaklaştıran bir alan kazanacak. Bunun kendinize yabancılaşmak olmayacağını nasıl iddia edebilirsiniz ki devamında? Ama o sahne uzun, o sahne yorucu ve o sahne artık bir sonrakini merak ettiremeyecek kadar sarsmış durumda sizi.

Michael Haneke, ki sinemanın başına gelen en harikulade varlıklardan birisidir, işte sizi tam olarak buradan yakalamayı amaçlıyor. Viyana Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldıktan sonra tiyatroyla ilgilenen ve oyun yazarlığı yapan, akabinde televizyon filmlerinde yönetmenlikle devam eden Haneke, 46 yaşında ilk filmini çektiğinde başarıyor bunu. “Kent üçlemesi” daha sonra yazıya başlığını veren bir kavrama evrilecek ama sözü geçen üç filmde de anlatmak istediği mesel bu felsefeyi içeriyor. Gerçeğin içinde yaşarken gerçeklik duygusunu kaybeden insan…

Üçleme süresince 2. Dünya Savaşı sonrası orta sınıf burjuvazisine ait hikâyeler izliyoruz. İnsanın para kazanmak uğruna makineleştiği, yaşamayı bir “görev” algılayıp olabildiğince tepkisiz sürdürebildiği, “toplumsal huzur”un bozulmaması adına duygu yoksunluğu içinde mantık devreleriyle hareket ettiği bir platformda bulunuyoruz. 90’lı yılların zihnimizde canlandırdığı imgeden farklı bir görüntü söz konusu değil. Üçlemenin hiçbir noktasında yaşama dair “aykırılık” bulunmuyor toplumsal bağlamda. Hatta çoğu noktayı günümüzle kıyaslamak, ister istemez ortaya koyulan bir refleks olarak görülebilir. Ancak bu denli sıradanlaştırmaya da gerek yok, çünkü üçlemeyi kapsayan retrospektifi Londra’da bir festivalde gösterilmeden önce izleyiciye “Size huzursuz seyirler dilerim” demişliği var Avusturyalı yönetmenin.

Birinde tipik bir aileyi, bir diğerinde benzeri bir ailenin ergen oğlunu, üçüncüsünde ise aynı sınıftan çok sayıda aile ve karakteri birlikte hikâyenin ana öğesi seçen yönetmen, tüm filmlerde önce gerçekliği mevcut berraklığıyla izleyiciye sunuyor. Müziğin kullanılmadığı atmosferde uzun planlardan anlam çıkarmaya çalışırken dahi sıkıntıyla dolan izleyiciyi ise her filmde bir kırılma noktası bekliyor. Kırılma noktalarının uzunluğu değişken; kiminde sonu getireceğini, kiminde geçip gittiğini hissedebiliyorsunuz. Bu hissi yaratmak yönetmenin en sevdiği alan; çok sayıda siyah ekran ile plan ve sahnelerin aniden bölündüğüne eşlik ediyorsunuz. Ardından kırılma noktalarının getirisi bir sonla buluşacaksınız. Gerçekliğin içinde bir an için gerçeklikle olan bağınızı yitirmeniz son derece olası, ayarlarınızla oynamayın, çünkü hepimizde var olan ayarlarla Haneke zaten o an oynuyor.

“Kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler”in yönetmeni, gerçeklik duygusunun yitirilmesini elbette ki sadece insan doğasına bağlamıyor. Biraz evvel sözünü ettiğim II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan fazlasıyla mekanik yaşam biçimi, kapitalist düzen, siyaset ve medya üzerinden ağır bir toplum eleştirisini içinde barındırıyor. İnsanı masum kılma gayesi olduğunu söylemek doğru olmaz ama tek suçlunun insan olmadığını biliyor. İnsan, bu noktada kimi sebepler yüzünden ortaya çıkan bir kaza, bir olamamışlık. Şiddetin doğallığını sorgulamaktan uzak bir beton yığını… Seyircinin tepesine çökmesine ramak kalmış bir sistem piyonu. Saraybosna’da yaşanan soykırımı, Türkiye’nin doğusunda gerçekleşen terörü, bir okul baskınını, Ortadoğu’nun kanayan yarasını bir ana haber bülteninde istifini bozmaksızın yemek yerken izleyebilecek kadar “insan” olmaya uzak bir varlık.

Böylesi bir yapıda ortaya çıkabilecek bir çöküş ya da bu yapının kendini dışa vururken göstereceği şiddet çok mu absürt? Hayır, değil. Gerçeklik hissini yitiren ana karakterlerin tümü aslında dünyada yaşanmış, yaşanmakta olan ve yaşanacak şiddetin, bunun doğallığının, duygusal buzlaşmanın; bunların sonucu olarak kötülüğün meşrulaşmasının tipik örneklerini sunuyor. Üçlemenin ortak noktası haber bültenlerinden kesitler barındıran sahnelerin günümüzde daha da şiddetli ve duyarsız olmadığını söylemek mümkün mü? Peki, bunları izlerken bizim halet-i ruhiyemiz filmlerdeki karakterlerden çok mu farklı? Veyahut insan üçlemedeki karakterlerden daha iyiye mi gitti, daha mı vicdanlıyız, daha mı onurluyuz? Sanmıyorum. O halde izlerken ense kökümüze kadar gerilmemize sebep olan hikâyeler bizi niye bu kadar rahatsız ediyor? Düpedüz gerçek oldukları için mi, yoksa gerçek olduklarını kabul edemeyecek kadar korkak olduğumuz için mi? Kabul edersek din, toplum, siyaset, bilumum amaç ve araç topyekûn çökebilir endişesi yüzünden mi ya da? Sahi, filmlerde bile yüzleşemiyor olabilir miyiz kendi gerçekliğimizle?

İzleyin, kendiniz karar verin sevgili okuyucu. Kimilerinin dediği gibi, "Haneke izlemek her babayiğidin harcı değildir" tarzı kibirli bir yorumda bulunmaktan çok uzağım ama değerli sanatçının üçlemeyle başlayan ve yakın çizgide devam eden filmografisinin tüm parçaları, şiddetin doğallığı ve insanın duygusal buzlaşması üzerine kurduğu felsefe ile bana hayli gerçek geliyor.

Söz konusu filmler;
Der Siebente Kontinent (The Seventh Continent) - 1989
Benny's Video -1992
71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls (71 Fragments of a Chronology of Chance)  - 1994

2.06.2014

Gezi Parkı Yazı Dizisi - 2 Haziran

Mehmet’in canına kıyacaklar, Ali İsmail’i öldüresiye dövecekler…

Sabahın körü. Ağrıdan, sızıdan tutmayan bacaklara güç gerekiyor. Uyumam lazım, her gün saatlerce ayaktayım. Ayakta olmak yeter mi hiç; kim bilir yine hangi bilinmez sokaklara kaçacağım, nerelerde düşeceğim. Henüz “duran adam” değiliz, daha keşfedemedik; biz tepkisini “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” diye tepinerek gösterenleriz. Bir de üzerinize afiyet, gaz yemeyi iyi biliriz. Gaz yedikten hemen sonra sigara yakabiliriz mesela. Talcid adam olur, sokakları arşınlarız; fişeklerinizi size geri atmaya bile can atmayız. Dün katil olmuştunuz, bugün seri katil olacaksınız…

Bir ağacın tepesindeyim. Ağaca tırmanma konusunda hiç başarılı bir çocukluk geçirmediğim halde, Gezi motivasyonundan olacak, bir ustalık, bir daldan dala sekmeler, maşallahım var. Yukarıda bir kedi, kamera zum yapınca anlıyorum, ben bu ağaca onu kurtarmaya çıkmışım. Yaklaştıkça kaçıyor, alıp indireceğim, uzanamıyorum. Artık gidilebilecek bir yer yok, hamle yaparsam düşebiliriz. Zararsız olduğuma neden sonra ikna oluyor, bırakıyor kendini. İsabet oldu sevgili kedi, yoksa buradan düşünce senin dört ayağının işe yarama ihtimali de pek zayıf. Avucuma aldığım anda yüzümdeki tebessüm donuyor, bakışlarım boşluğa düşüyor. Bu çok normal, çünkü ben düşüyorum. Kafamı kaldırdığımda düşme sebebimi görüyorum, yüzünde benim tebessümüme eşlik etmeyen iğrenç bir sırıtış var. Kafasında bir kask… Bir çevik tarafından uçuruma atılmışım. Direniş kaidelerine hâkimim. Kaskın numarasını alayım diyorum en azından, öbür dünyada lazım olur hani. Bu dünyada alsan da bir şey olmuyor zaten. Kaskı çıkarsan peruk takıyor, saatlerce dövdün desen “kendimi savundum” diyor. Nasıl uğraşacaksın ki şeref yoksunuyla, böylesinden vicdan beklenir mi? Uyanıyorum. Gözümü açmak gerçeği hatırlamamı ya da en azından uyanmamı sağlayacak. Kabusun da üniformalıya denk geleni dertmiş, onu anlıyorum.

Bir çelişki söz konusu bugün… Beşiktaş, Dolmabahçe, Akaretler sabah sakinliğinde; sahil tarafı silme çevik yine ve biliyoruz akşama karışacak ama Gezi’de çadırlar kuruldu, kütüphane için kitap toplanıyor, festival gibi programlar hazır. Şiirler, forumlar, şarkılar, konserler… Benzersiz bir dayanışma. İnsan zinciri yap, herkes elindekini yanındakine versin, bu şekilde sadece dünya kadar malzemeyi değil, insanlığı da taşıyabilirsin güzel kardeşim. Polisin olmadığı, valinin hüküm sürmediği yerde sevgi yeşeriyor, insanlık yüceliyor. En karşıt gruplar bir araya gelmiş, aralarında adeta anlayış ve tevazu yarışması düzenleniyor. Tüm siyasi fraksiyonlar kırmış zincirlerini, yan yana. Olası saldırıya karşın taraftarlar anlaşmış; Çarşı Gümüşsuyu’nu, Fenerbahçeliler Talimhane’yi, Galatasaraylılar İstiklal’i tutuyor. Gerisi şenlik, kutlama, zaferin tadını çıkarma. Ama bir başıboşluk yok, herkes her şeyin farkında. Ayrılıyorum Gezi’den, çünkü Beşiktaş yine karıştı, bu sefer daha da şiddetli. Sanırım toptan semti yok edecekler, biber gazı dışında bomba da atarlar mı, katil seri katil olmak istiyor, ant içmiş, elinde değil. Korunmasız çıktığım ilk günden sonra dandik bir maske ile noktaladığım günlerin  aksine, bugün başıma ne geleceğini bilmediğim için ya da gelmeyen bir fişeğin gelebileceğini düşündüğüm için motosiklet kaskı takıyorum. Kıyafetimden kaskıma dek bugün tam bir Robocop’um. Bir şey yapacağım da yok, yine biraz bağırıp fazlaca kaçacağım. Ben şiddetin durmasını istiyorum. Şiddete şiddet katmak değil. Yere düşen birkaç kişiyi polis kapmadan ben kaldırmalıyım. Lojistik Robocop’u olarak vazifemi ifa edeceğim efendim.

Bu akşam yediğimiz gazın yoğunluğu bazı sınırları aştıklarını göstermek için yeterli. Tarifsiz bir saldırı var ve fakat daha da kalabalıklaşıyor insanlar. Beşiktaş sadece bir semt değil, kalplerde eşsiz bir aşk. Bunu bilmiyor polis, saldırdıkça geri kaçmak zorunda kalması bu yüzden. BJK Plaza’yı geçemiyorlar, bir otobüs boyu barikat kurulmuş, sanırım topyekûn temizliğe giriştiklerinde görkemli bir törenle yıkacaklar. Önlere yakın bir yerde dururken çok şiddetli bir reaksiyon geliyor polisten, nereye kaçacağımı şaşırıyorum, kask başıma bela oluyor, doğru düzgün koşamıyorum. Şair Nedim’e dalmışım, fark etmez, şu aradan tüyerim yukarı, bunlar buraları bilmezler. Bütün Beşiktaş aşağı inmiş resmen, balkonlarında olanlar müthiş bir tepki halinde polise karşı. Oysa onların umurunda değil, arenaya çıkmış gladyatörün tribünleri duymamasına eş bir konsantrasyon yaşıyorlar. Öyle ki, gördüğüm manzara bugüne dek bizzat yaşadığım en acı tecrübe. Bir tekel bayii… Tam karşısında eğilmiş ve gaz tüfeğini dik şekilde tutarak dükkân içinde sıkışmış insanlara ateş etmek üzere bir polis. Binalardaki insanlar çığlık çığlığa. Yapma! Biraz sonra toplu katliam yaşanacak. Kendimi kaybedercesine koşmaya başlıyorum. “Yapma” diye bağırıyor herkes, kendini kaybedercesine bir şey yapmasına ramak kaldı adamın. Yapma! Karşıdan da koşanlar var, o anda anlıyor ne olduğunu, canı tatlı geliyor, kaçıyor ara sokaktan ve kayboluyor. Olacak iş değil bu... Hafızada kalırsa delirtir, hissizleştirir insanı. Gidiyoruz, ağlaya ağlaya çıkartıyoruz içeride kalanları. Evin orası farklı değil. Sokaklarda yatanlar, acı çekenler, bağıranlar. Akaretler’e geri geliyoruz, apartman kapısını açık bırakmak müebbetengiz bir yardım ve yataklık suçu. Her yer gaz, her yer bağırış, polis destansı bir şiddet şöleni sunuyor. Bir temaşadan çok, canhıraş bir hayatta kalma hali aslında. Sağda solda kalan kim varsa alıyoruz eve. Polis anlamasın diye fotoselli lambanın ampulünü söküyoruz. Ev bir cafeden çok, hücre evini andırıyor andırmasına; lakin içerideki insanların birçoğu siyaseti ilk kez tanıyor. Saatler böyle geçiyor. Eve gir, çık, bağır, diren, yaşama tutun. Direnişin kendisi zaten yaşamaya çalışma mücadelesi. Durmak yok, mücadeleye devam. Bir bakıma yaşamaya devam. Gezi’de şenlik, burada katliam… Aşağıda camiye girenlere bile gaz atanların artık hiç durmayacaklarını biliyoruz. Halk TV canlı yayını yokuşu gösteriyor stüdyosundan, “biz demin burada mıydık?”, inanamıyoruz.


Ona da inandırmayı başarıyorlar ama. Mehmet’in canına kıyıyorlar, Ali İsmail’i öldüresiye dövüyorlar. Sağ kalmak mesele olmaya başladı çapulcu arkadaşım, ürkmekte haklısın. Karşımızda gözünü genç insanların kanı bürümüş bir seri katil var. 

1.06.2014

Gezi Parkı Yazı Dizisi - 1 Haziran

Herkesin kendine göre bir uyanma ritüeli var. Kimi derhal yüzünü yıkar, kimisinin eli hemen sigara paketine uzanır, bazı insanlar ise çay demlemek üzere mutfağa yollanır. 1 Haziran sabahı ise, sanıyorum, bu üçünün dışında ortak bir ritüele sahip olduk. Yastık kenarına sıkıştırılmış televizyon kumandasıyla ilk temasa. Halk TV canlı yayınına dahil olmak adına. Ana akım medya şirin hayvanların belgesellerini vererek olağanüstü şiddeti yok sayadursun, kimsenin yönlendirmesine ihtiyacımız olmadığını çözmüştük bile.  Uyanır uyanmaz nabız tutmak böyle bir şeydi. “Ya hep beraber, ya hiçbirimiz” demeye başlamanın ilk getirisiydi bu. Ardından Twitter aracılığı ile yürüyüşe başlanacak saatler incelenir, hangi güzergahtan ve parka hangi açıdan ulaşmaya çalışılacağı tartışılırdı. Akaretler’de gözünü açan biri olarak, tercihim hali hazırda duruyordu. Çoğunluğun ve o günün kahramanı olacak çArşı grubunun seçeneği olan Osmanbey üzerinden gidilecekti Gezi’ye…

Kitlesel bir direniş içindeyseniz Cumartesi bulunmaz bir nimettir. Bütün gün sizin önünüzdedir çünkü iş güç kaygısı, geç kalma korkusu yoktur. Sadece sokakta değil, arka planında sosyal medyada da tüm korunma taktiklerine, gazla mücadele yöntemlerine hızlıca aşina olabilirsiniz. Mesela o Cumartesi’nin en kritik noktalarından biri eczanelerin açık olmasıydı ve sanıyorum kimsenin envai çeşit ilaçla işi yoktu. Evde kalanlar solüsyonların nasıl hazırlanacağını araştırıp pet şişe bulurken eczaneye gidenler asıl materyalin, Rennie, Talcid ya da Gaviscon’un peşindeydi. Havuzda veyahut denizde takarız diye aldığımız deniz gözlüklerinin dolaplardan tozlar içinde çıkartılması da “direniş ar-ge”sinin bir ürünüydü. Herkes kendince savunma ekipmanını tedarik etmenin derdindeydi ve bu sefer gündüz gözüyle yeşiline kurban olduğumuz parkı almaya gidecektik. Üstelik çocuklar gibi şendik. Önceki geceden çıkan inanç, Türkiye’nin tüm illerinde eylemlere, Boğaz Köprüsü’nü yürüyerek geçen insanlara, korku duvarını yıkmış ve siyaset üstü bir mücadeleye girişmiş milyonlara ön ayak oluyordu. Her gün daha kalabalık oluyorduk. Biz her geçen saat daha bir beraberdik.

Müthiş bir insan yığını… Maçka, Nişantaşı, Teşvikiye… Önceki gün gaz yemiş olmaya gerek yok tedirgin olmak için. Devletin başındakiler gözünü savaş bürümüş kolluk kuvvetine fiziksel ve ruhsal olarak nasıl bir “gaz” verdiyse, Nazım Hikmet’i alan Haziran ayında ölmek hiç öyle şiirde olduğu gibi zor değil. Diktanın ve faşizmin gücüne kendini inandırmış insan müsveddeleri için, parkı savunan insanlar “can” değil çünkü. Kaçırdıkları ve her gün daha tahrik edici açıklamalarla yangına körükle gittikleri gerçeği o karanlık zihinlerinde bir soru işareti bile olamıyor henüz. Olacak mı, bilinmez. Ana akım medyanın kör, sağır, dilsiz, aşağılık, haysiyetsiz yayın anlayışı ile sokak gözükmez, polise attırdıkları gazlarla hayat yaşanmaz olur ve bir süre sonra unutulur diye düşünüyorlar. Hayat kimilerine yaşanmaz olacak ve öldürecekler, onlar bunu henüz bilmiyorlar. Katil olmakla yüzleşecekleri vakit de gelecek. Her şey sırasıyla olacak. Şuan biz TRT Radyosu’nun önünde gaz yemeye geri dönelim.

Yoğun bir gaz saldırısı var ve fakat insanlar geri gitmiyorlar. Tabii ileri de. Kolay değil, ne ile karşılaşacağını kestirmek. Şiddete şiddetsiz karşı durmak her babayiğidin harcı değil. Ama şiddete şiddetsiz karşı yürümek bazı babayiğitlerin imzasıymış meğer. Üstelik maskesiz, gözlüksüz halde... Bir tuhaflar. Korkusuz olmanın farklı bir boyutunu yaşıyorlar. Görüyorsun. Peşlerine takılmak hayli cesaret isteyen bir iş ama sen de o güçle doluyorsun. çArşı’dan bahsediyorum. Akaretler’den geliyorlar. Durmadan ve peşlerine insanları ekleyerek yürüyorlar. Kimsenin ilerleyemediği polis-halk arası alanda duraklama yapmadan adım adım gidiyorlar parka doğru. Düşüyorlar, kalkıyorlar, düşenleri arkaya taşıyorlar ama durmuyorlar. Arkadaki insanlarda yoğun tedirginlik… Bir mesafe oluyor, öndeki grup az sayıda, istedikleri tek şey safı dağıtmadan herkesin yürümesi. “Biz halledeceğiz” diyorlar. Sonra kimileri tekrar düşüyor. Onları başkaları kucakta yine arkaya taşıyor. İleri geri bir devinim ama ekip hep yürüyor. Gerçekdışı bir manzara yaşanıyor. Poliste de aynı şaşkınlığın olduğunu düşünüyorum. Yakın mesafeye gaz sayısını artırıyorlar. Değişen bir şey olmuyor. İki Toma manevra yapamıyor, olduğu yere mıhlanmış, kalıyor. Polis her saniye geriye gidiyor. “Çekilin” uyarısı mı geldi, yoksa mecburi bir çekilme mi, orasını bilemem. Tesadüflere inanırım ama bu sefer pek inandığımı söyleyemem. Devlet tarafında bir koordinasyonsuzluğun olduğu fazlasıyla ortada. Polisin gazından, Toma’sından korkmayan insanlar şiddete şiddetle karşılık vermeden parkı geri alıyor. Parkın içinde habersiz polisler var. Karşılarında yüz binlerce insan. Ayıptır söylemesi, icabında direnişin de en trajikomiği bizde olur. Dün geceki inanış ve uyanış çok sürmeden 1 Haziran öğleden sonrası Gezi Parkı’nda ağaçların gölgesinde halaya dönüşüyor. Birbirini tanımayan yığınla insan kurtarılmış parkta dans edip şarkı söylüyor. Artık polisin tüfeği yok. Senin de korkmana gerek yok artık ey habitat! Burayı öyle güzel yapacağız ki, asırdan fazladır ayakta duran koca ağaçlar bile “ömründe” böyle hikâye görmemiş olacak.

Parkta nefis günler göreceğiz de, şiddetle beslenenler boş durmuyorlar. Beşiktaş’ta saldırının en şiddetlisi yaşanıyor. Gezi’deki halay devam ededursun, birçok kişi koşarak Barbaros’a ve Akaretler’e geri dönüyor. Yaşadığımız sokağın önünde barikatlar. Aşağıda polis. Ne gerek var, niye be arkadaşım? Direniş parkın korunması biçiminde devam edecekken yine başlıyoruz gaz yemeye. İstihkak denen bir şey var. Bu da boğaz, bu da ciğer… Ciğersizliğin lüzumu var mı? Maalesef ne duruyorlar, ne doyuyorlar. Şiddet olabildiğince sürüyor gecenin karanlığında. O an anlıyorum. Bu iş devam edecek. Bedenen gücüm elverdiğince sokakta kalıyorum. Evin kapısını açıyoruz herkese. Evde başka insanlar varken tekrar çıkıyoruz. Daha kötüsü yarın olacak aslında. Nerdesin aşkım? Burdayım aşkım. Ben biber gazı müptelası oldum, ben direnmeye artık aşinayım. Benden şiddet bekleme çevik. Ben sadece “Her yer Taksim, her yer direniş” diye yırtınıyorum, fazlasını yapmayacağım. Senin taktiklerini bilmiyorum. Ben bir tek bu slogana aşığım. Gelirseniz bekleriz, biz yarın yine Akaretler’de olacağız. Kimimizin Gezi’de, kimimizin Gazi’de, kimimizin Kızılay’da, kimimizin Gündoğdu’da olması gibi.

O sırada türkülerle, şarkılarla yeşiline kurban olduğumuz Gezi uğruna bir canımız gidiyor. Vuruyorlar Ethem’i. Göz göre göre, bile isteye vuruyorlar. Katiller artık. Meseleyi bir iki ağaç olarak düşünmeyi seçen vicdansızlar, yeşil direnişi siyaha boyuyorlar. Bir parkı kaybetmemek için çıkılan yolda onlar vicdanlarını kaybediyorlar.


Fark etmez kardeşim. Teker teker öldürmekse niyetiniz, çekinmeyiniz. Biz içimiz kan ağlayarak da direniriz. Çünkü semt bizim, park bizim, aşk bizim…

31.05.2014

Gezi Parkı Yazı Dizisi - 31 Mayıs

Geniş plan. Sis bulutu. Gözle görülebilecek mesafe birkaç metre. “Önünüzdeki araçla hızınızın yarısı kadar mesafeyi muhafaza edin” denirdi arabada olsak. Değiliz. Araç bedenimiz. Ayaktayız. Gözümüz ileride. Çıkabilir miyiz acaba buradan? Yoksa İstiklal Caddesi’ni mi denesek? Ya da Talimhane nasıldır? Bilinmiyor. Hızımız yok, çünkü duruyoruz. İğne atsan yere düşmez, gaz kapsülü belki. Çünkü binlerce insan dar bir caddeye sıkışmışız. “Ya hep beraber, ya hiçbirimiz”. Beraberiz. Çok beraberiz hem de. Hiç bu kadar beraber olmamıştık. Silahsızız. Silahımız cümlelerimiz. Kalkanımız yok. Kaskımız da. Cop tutmamış ellerimiz, belki bazılarımız yemiştir vücudunun bir yerine o plastiği, tek iletişimimiz bu “onların” silahlarıyla. Ben biber gazı tadını biliyorum. Tribünlerden. Yıllarca soluduğum şeyin nasıl bir etki yapabileceğini bilmiyor yanımdakiler, etraflıca anlatıyorum. Genel kültürümün içinde biber gazı tecrübesinin bulunması nasıl bir ülkede ve nasıl bir faşist düzende yaşadığımın birincil kanıtı.  

Ön taraftan sürekli insanlar geriye geliyor. Alman Hastanesi’nin önünde safa katılmışken ilerleme güdüsü duymadan bir anda en öne geldiğimi hissediyorum. Gaz yiyenler arkaya geçiyorlar çünkü. Hepimiz tadacağız, korkumuz yok bundan. Derken bir kapsül görüyorum.

Orta plan. Hareketli çekim. Gaz fişeği başıma doğru geliyor. Yapabileceğim pek bir şey yok, kaçamayacağım. Yanımdakilerde bir devinim, bir eğilme telaşı. Beyhude diyor iç sesim, kaçamazsın. Biri çekiyor beni. Çekiyor ne kelime, sürüklüyor. Ortalık bembeyaz. Genzim yanıyor. Teçhizat nedir bilmiyoruz, bizim bir park vardı, onu alacaktık sadece, o sebeple buradayız. Arkama bakıyorum. Kapsül yanımdaki dükkanın kapalı kepenklerine çarpmış ve yerde ve sebeb-i ziyaretinin hüneri olan acı dumana boğuyor ortalığı. Genzimin yanması ile ölüm arasında net bir tercihim var. Yaşamak istiyorum, dolayısıyla her türlü biber gazını dilerlerse yemeklerime de katabilirler. Böyle başlıyor 31 Mayıs ile Gezi eylemleri ve böyle sert bir olayla hızlı başlıyorum mücadeleme. Mücadele dediğimiz silahsız ve teçhizatsız bir direniş sadece. Ama öyle bir direniş ki, korkunun zerresi yok. Öte yandan başımda baret yok. Elimde eldiven bulunmuyor. Henüz maske bile almamışım, en dandiğinden, en eczane işinden bile haberdar değilim. Ama olacağım. O kapsül başıma gelseydi bu hayatımın sonu olabilirdi. Olmadı, atan polise kısmet değilmiş. Onun için çok sorun olduğunu sanmıyorum, birini vuracağı haberini alması için fal baktırmasına gerek yok, elindeki tüfeğe iyi bakması ve yeterince insanlıktan çıkması kendisini kısa sürede başarıya ulaştıracak.

Büyükparmakkapı Sokak. İnsan istifi. “Faşizme karşı omuz omuza”. Omuz omuzayız kardeşim, boğazını patlatana kadar bağırabilirsin. “Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiçbirimiz.” Yüzyıldan eski bu binalardaki akustiğe hayran olmamak mümkün değil. Bizim tek silahımız sesimiz ve Beyoğlu’nun tüm binaları bizim yanımızda. Sanki sayımız azmış gibi, kitlenin gücünü katbekat artırmakta son derece yardımcılar. AFM’nin oraya kadar insan. Sonra bir boşluk var. Gerisi polis. Dünya üzerindeki gelmiş geçmiş tüm devletlerde kamu görevi yerine getiren memurların en yalancısı, riyakarı yemin etmiş parka vatandaşın girmemesi üzerine. Etsin, birkaç gün sonra “aranızda olmak isterdim” diyecek nasıl olsa, der. Karaktersizlik ziyadesiyle fena bir kişilik hastalığı… Öyle bir kalabalık ki, tünele kadar gidiyor. Havadan çekseler bari şuranın fotoğrafını, diyorum içimden. Ses azalmıyor, sayı hiç eksilmiyor, müthiş bir anla karşı karşıyayım. Böyle bir huzur, böylesine bir tatmin daha önceden hiç yaşamamıştım. Nasıl da güveniyorum kendime şuan, nasıl da güveniyorum buradaki binlerce kişiye. Bu ülkeye, bu gençliğe… Şiddete maruz kalıp şiddetle cevap vermeden mücadele etmekten daha ulvi bir şey var mıdır acaba? Bir parkın AVM olmasını engellemek adına buraya gelen yüz binlerce insandaki vicdan kadar temizi var mıdır?

Yakın plan. Yerdeyim. Kalkmaya çalışıyorum. Yanımdaki arkadaşımı kaybettim. İnsanlar yerdeler ve bağırıyorlar. Bir şeyim yok, biliyorum, gözüm de birazdan açılacak. Tek korkum polisin bu kısa sürede gelmesi. “Önce kendi oksijen maskenizi takın, daha sonra yanınızdakilere…” Aklımda bu cümle var. Önce kendime gelmeliyim. Kalkıyorum ve o sırada daha önce görmediğim bir sıvı döküyor elime tanımadığım biri. “Gözüne sür”, diyor. Sürüyorum. Kendime geliyorum. Yerdeki insanları kaldıra kaldıra ilerliyorum Cihangir tarafına. “Polis geliyor” çığlıkları her yerde. Koşuyorum. Düşüyorum. Yine koşuyorum. Neyse ki yıllarım buralarda geçti, sokaklarını, çıkmazlarını, kısa yollarını adım gibi biliyorum. İlkyardım’ın paralelindeyim. Kimse yok. Birkaç polis beni görüyor. Anlıyorum ki çoktan dağıtmışlar buraları. Hızlıca Tophane tarafına doğru ilerliyorum. Allah Allah, burası da hayli tenha… “Nerede bu insanlar?” derken sağımdan doğru şişeler ve taşlar geliyor üstüme doğru. Bir taş ayağıma geliyor. Tophane’nin gençleri beni taşlıyor. Tepki vermiyorum. Gücüm kalmadı, saat 2’yi geçti. Bir şekilde iniyorum sahile. İnsanlar burada. Tophane’nin sözüm ona bıçkın veletleri tırsıyor, gelemiyor. Arkadaşlarıma denk geliyorum. “Benden bu kadar” diyor ve taksiye biniyorum. Doğru Akaretler’e. Yüzüm gözüm sıvıdan kurumuş. Üstüm başım leş gibi. Vücudum yorgunluktan kaskatı ve soluk soluğa bir haldeyim. Ama bir huzur var içimde, tarifi namümkün. Sadece durdum aslında. Kimseye saldırmadım, kimseyle kavga etmedim, hiçbir şey fırlatmadım. Ben sadece bu hayâsızlığa dur demek istedim ve bunu durarak yaptım. Başımı gaz kapsülü sıyırdı, epeyce gaz yedim, düştüm, kaçtım. En sonunda tüm süreç boyunca benzerini görmediğim tesirde bir gazla kendimi yarı baygın buldum. Bütün bunları düşünüyordum taksideyken. Huzur dolu, kıvanç dolu, tertemiz bir zihnim var şuan. Korkmuyorum. Çünkü ben bu akşam korkuyu yendim.

Biliyorum. Biraz dinlenip yarın Akaretler’den yürüye yürüye Gezi’ye gideceğim. Bilinçleneceğiz, daha iyi giyineceğiz ve o parka yarın gireceğiz. İnanıyorum buna. İnsanlara inanıyorum bugün ben. Bugün ben gurur duyuyorum halkla.

Çünkü tüyleri diken diken eden bir gerçeği keşfettik biz 31 Mayıs’ta. Bir daha asla unutmamak üzere;

 “ya hep beraber, ya hiçbirimiz”…

30.05.2014

Gezi Parkı Yazı Dizisi - 30 Mayıs Gecesi

Yorgunum. İşten çıktım ve fakat bin türlü sorun, dert, tasa arkamda. İş benim değil, şirket benim değil, ama kurumsal da olsa sahipleniyor insan, başarısızlığa tahammülü yok çünkü. En iyisini, en doğrusunu yapmak istiyor, böylece tüketiyor kısıtlı enerjisini. Varsın olsun, bazı günler böyle de geçer, üstelik hava güzel, her yer çiçek açmış, boğmuyor şehir; aslında kalabalığı boğar, kabalığı boğar, trafiği boğar ama bir denizine, bir de nadir yeşilliğine inanmışsan devam edersin hayatına. Her şeyin azı makbul derler ya, insanı çok olan şehirde denize de yeşile de ulaşmak için mücadele etmen gerekir. Edersin, çünkü yaşama sebebin haline gelmiştir bir süre sonra, kanıksamışsındır. Kiminin gıptayla baktığı boğaza iki adım olmakla övünmek, aylar boyu gitmemeye nazaran daha yüce bir duygu gibi gelir. Veyahut bir iki ağaç gölgesinde oturmayı baharın uyanışı addedersin, elinde değil, yaşamayı öğrenmekle ilgili bir mesele bu. Yaşadığın şehir bulunmaz bir nimettir zihinlerde lakin gel gör ki, yaşarken öyle olmayabilir. Bunu çoktan beri bilirsin.

Derken bir telefon; “dün niye gelmedin?” diye kızarak açılmış. Akşam mesaim yok, nereye gitmeliydim ki, diye düşünmekten kendimi alamadım haliyle ve iş havliyle. “Gezi parkı eylemini duymadın mı?” diye devam ediyor üstelik cevap bile veremediğim halde karşımdaki azımsanmayacak sinir harbi; sanki bir sivil toplum örgütü üyesiyim ya da şehir planlamada bilirkişiyim. “Elbette duydum ama gelmemin zaruri olduğunu düşünmedim” diyecek oluyorum. “Öyle şey olmaz, hemen gel, bira aldım, kitap da var, burası çok güzel, burada birlikte duralım, parkı vermeyelim” diyor öte yakadan gelen ses. Kitap, bira, park… İstanbul’da yaşıyorum ben; bana bu üç nimet aynı platformda sunulmuş, daha fazla neyi düşünebilirim ki diye sorguluyorum. Sanmayın ki, bu sorgulama dakikalar sürüyor; sadece iki üç saniye… Derhal yolculuk planımı yapıyorum ve uygulamaya koyuyorum. Bu da bir zorluk sevgili okuyucu, İstanbul’da yaşıyorsan ve bir parka gitmek istiyorsan, bunun için kendine bir güzergah çizmen gerekebilir. Varsın, bu da olsun… Olabildiğince hızlı gidiyorum, karnımın açlığını düşünmeden, düşüyorum parkın dehlizine. Kimi şarkı söylüyor, kimi kitap okuyor, kimi kitap okuyanları dinliyor. Bir bienal, daha da ötesi bir festival ortamı. Kimse kimseye bağırmıyor, küfür yok, anlayış sonsuz, paylaşım sınırsız; müzik var, kitap var, sanat var. Gırla. Ağaç var, gölge var, rüzgar var serinleten cinsten, insan var, insanlık var. Çiçeklerden gelen koku buram buram. Sponsor bulsan böylesini sağlayamazsın, para ödesen bu kadarı olmaz, öyle nefis. Yemek aklına bile gelmiyor, bir çeşit huzur tüm bedenini sarıyor, kendini akışa bırakıyorsun. Saatler geçiyor, bu tandans değişmiyor, gelen-giden aynı vakayı aynı huşu içinde sürdürüyor. Kimi genç, kimi orta halli… Kimi hali hazırda sanatla uğraşıyor, kiminin hobisi… Öte tarafta polisler var. Bazılarıyla yemek paylaşılmış, kimisiyle müzik dinlenmiş, birkaçıyla kitaplar ve yazarlar hakkında konuşulmuş üstelik. Diyalog var. İletişim sağlıklı. Hala tek bir bağırış ya da küfür yok. Olmaz da… Olamaz ki… O ortamda gittiğim an ile ayrıldığım an arasında geçen yedi saatte gördüğüm her bir anı yad ederek, anımsayarak söylüyorum, mümkün değil. Bahsettiğimin İstanbul’da pek mümkün olmadığını, benim zihnimde yarattığım yalan bir tezahürün dışavurumu gibi geldiğini düşünmek absürt değil, farkındayım bunun.

Akşam vakti gittiğim mekandan üzülerek gecenin üçünde ayrılıyorum. Eve gitmek zorundayım, ertesi sabah sekizde işe gitmeliyim zira. Biniyorum dolmuşa hayatımda hiç yaşamadığım bir tuhaf huzurla, birkaç saat uyumak uğruna. Sabah aynı mutlulukla uyanmışken gözüm haberlere takılıyor. Ayrıldığım ortamdan sadece iki saat sonra orada bulunan ve günlerden beri konaklamakta olan insanlara, o konuştuğumuz, yemek paylaştığımız, kitap okuduğumuz polisler saldırıyor. Anlamıyorum, çünkü tam olarak burası absürt bu gecenin. Aklım almıyor, neden ve nasıl diyorum. Arkadaşlarıma ulaşmaya çalışıyorum, ulaşamıyorum.

Ulaşamıyorum, ulaşamıyorum, derken ulaşıyorum.
Tüm eşyaları yanmış. Tek bir açıklama yapılmamış. Canını zor kurtarmış.
Ağlıyor, “Madımak’la ilgili okuduklarım gibiydi” diyor. İnanamıyorum. Tazyikli su değil, biber gazı yok, havaya ateş açmak gibi saçmalıkların esamesi okunmaz çünkü hepsinin daha da ötesinde yakmak var, diri diri yakmaya çalışmak, içinde insanlar uyurken insanlarla beraber yakmak… Absürt mü dediniz? Hayır; vahşet, katliam ve daha nicesi…
Ben o Perşembe akşamını hiç unutmuyorum. Ve o unutmadığım anıların ilki oluyor. Çünkü o akşam olanlar, her şeyin çıkış noktası.
Milyonların niye sokağa döküldüğünü tahayyül edebilmekten bile imtina eden canavarların ilk rotası.

30 Mayıs’ı 31 Mayıs’a bağlayan gece. Birçok şey gibi, hatta belki de hepsinin en başında, affedilmeyecek yanlışların başlangıcı…

30.04.2014

Deli dahi bir yönetmen: Joon-ho Bong

Hollywood'un gösteriş dolu, çoğu zaman tüm duyguları seyircinin gözüne sokan, kimi noktalarda klişelerden kendini kurtamayan senaryolarından sıkıldınız mı? Dönem filmlerinden, klasik polisiyelerden, romantizmi ve aşkı kelimelere dökmekten bıkmayan dramalardan gına mı geldi? Buyurun size 2000li yılların başında yükselişe geçen, 2005'in ardından altın çağını yaşayan, son birkaç senedir ivmesini kaybetmiş gözükse de arşivlere kapı gibi filmler bırakan muhteşem bir Uzak doğu sineması... Güney Kore sineması...

Uzak doğu sinemasının tüm fonksiyonlarını içinde barındırmakla beraber bu yapıya bambaşka bir hava katan Güney Kore sineması, izleyiciye alışılmışın dışında bir sinema zevki sunar. Uzak doğuya has herkesin bildiği kültürel özellikleri (onur, intikam, sadakat) içinde bulundururken, ilaveten Güney Kore insanlarının diğer Uzak doğu ülkelerinden (Japonya, Çin, Tayvan, vb.) farklı halini de her senaryosunda yansıtır. Daha duygusal, düşünceli, naif hallerini... Sinema, bilhassa senaryo gücünü buradan alır. Şiddetin bağıra çağıra sunulmasına gerek duyulmadığını gösterir; en saf şiddeti olabildiğince sakince izleyiciye şırınga eder. Böylece daha çok sarsar. Diyalogları alabildiğine uzatmaz, gözlerin sözlerden daha derin anlamlar içerdiğini insanın beynine kazır. Bizlere tuhaf gelen lisanlarında en belirgin özellik kelimelerin uzatılışı ve seslerdeki alçalış-yükseliş, diğer bir deyişle vurgudur. Sinematografik açıdan sarsıcı sahneleri izlerken vurgu değişimleri ile karakterlerin duygusal devinimlerini daha net ve insani hissettirir. Aslında bütün bunların temelinde insan vardır. İnsana odaklanır, insanı temel alır, upuzun bir geniş açı planda gördüğünüz karakterin yaşadıklarını, hislerini, her şeyini akli melekelerinizle değil; kalbinizle tahayyül etmek durumunda kalırsınız. 

İntikam hemen hemen her eserde vardır. Ancak bu kavga dövüş değil; kimi zaman aşka, kimi zaman onura, kimi zaman zorunluluğa dayanır. Aşkın, sevginin ve sadakatin en saf halini gözlemlerken izlediğiniz diğer tüm filmlere hayret edersiniz. Absürd sahnesi mutlaka içinde bulunduğu sekansa iyi yedirilmiştir, hovardalık sezdirmez. Çünkü metinleri iyi yazılır, senaryosu iyi yazılır; ekseriyetle en başta senaryosu iyi yazılır Güney Kore filmlerinin. Janrından bağımsız olarak son dakikaya kadar sürükler de sürükler, peşi sıra giderken çoğunlukla vaktin nasıl geçtiğini anlamazsınız. Elbette ki, iyi filmleri için söylediğimi belirtmem gerekiyor. Çünkü kötüsü de gerçekten çok kötü olur, diğer tüm ülke sinemalarında olduğu gibi...

Bu girizgah ile biraz merak uyandırmaya çalıştığımı itiraf etmeliyim. Söz konusu sinemanın bunu hakettiğini düşünme cüretini de göstererek pek tabii. Ancak bu yazının asıl amacı, bir Güney Koreli yönetmeni bilmeyenlere takdim etmek, bilenlere ise son filmiyle (Snowpiercer) hatırlatmaktan geçiyor. Kanaatimce, 2000li yılların en değişik zihinlerinden birine sahip olan Joon-ho Bong'tan bahsediyorum.

Kendisiyle tanışıklığım 2007 film festivaline dayanıyor. Orjinal ismiyle "Gwoemul", İngilizcesiyle "The Host" İstanbul Film Festivali'nde gösterildiğinde hayli ilginç bir senaryonun nasıl bu kadar başarılı yazıldığını, öte yandan nasıl bu denli başarılı çekildiğini epey düşünmüştüm. Ardından araştırmaya ve diğer filmlerini izlemeye başladığımda karşımda bir sinema dehası bulunduğunu farkettim. 

Joon-ho Bong, ilk filmi olan 2000 yapımı "Flandersui gae (Barking dogs never bite)" ile senaryosunun gücünü yolun başındayken hissettirmiş bir yönetmen. Kim Ki-duk ve Chan-woon Park'tan farklı bir dili olduğunu henüz ilk filmiyle belli eder. Her ne kadar diğer tüm yapıtlarından naif olsa da, sürükleyici "comedy noir"i ile izleyiciyi zorlanmadan filmin sonuna dek götürür. Çok şey anlatırken aslında en önemli detayları size bırakır. Üstünde düşünmenizi ister. Hiçbir öğeyi gözünüze sokmaz, kabulünüzce sahiplenirsiniz.

Ardından sene 2003'e gelir ve IMDB'nin "Top 250" listesinin 230. sırasında bulunan "Salinui chueok (Memories of Murder)"i çeker. Hem de öyle bir filme imza atar ki, "thriller" nedir, nasıl olur, cümle aleme gösterir. Parmak ısırtan senaryosu, akıcılığı, binbir çeşit eleştirisi, kültürel yapı taşları, oyunculuğu ile dev bir yapımı filmografisine yazdırır. Güney Kore'nin en iyi aktörlerinden Song Kang-ho ile çalışmaya bu filminde başlar. Kesinlikle başka bir filmdir bu; izlemeyenin eksik kalacağı iddia edilebilecek kadar...

2006'ya geldiğimizde tanışıklığımı arz ettiğim filmiyle karşımıza çıkar. Canavar temalı hikayenin aile, birey, sadakat kavramlarının özüne tesir ettiğini gözler önüne serer. Ama gözümüze sokmaz. Gerçekdışı bir ana temaya sahip senaryonun aklınıza gelebilecek tüm hislerle ve türlerle -dram, komedi, gerilim - nasıl çekileceğini gösterir. Bir başyapıt değildir bu; lakin yönetmenin uçsuz bucaksız zihnine ve yönetmenlik kabiliyetine ziyadesiyle iyi bir işarettir.

2008'de Leos Carax ve Michel Gondry ile "Tokyo!" filmini birlikte hazırlarlar. "Eternal Sunshine of the Spottless Mind"in senaristi ve "Les amants du Pont-Neuf"un yönetmeniyle yani... Bunu söylemeden geçemedim; çünkü ikisi de deli, bir o kadar da dahi kişiler. Üç deli bir araya gelip Tokyo'ya dair üç hikaye çizerler karşımıza. Ortaya karışık bir şeyin çıkması şaşırtıcı olmaz ama çok başarılı mı, emin değilim. Yine de izlemeye değer diyelim.

Bir sene sonra ise,  Joon-ho Bong, drama tarihine imzasını atacak filmini piyasaya sunar: "Madeo (Mother)". En iyi filmi olarak gördüğümü not düşeyim. Ana-oğul ilişkisi, toplum-birey çelişkisi, düzen, adaletsizlik ama en çok da intikam anlatır en basit ifadeyle. En basit ve bayağı ifade bu olabilir, çünkü filmin arka planı hayli derindir. Uzun uzadıya kafa yormak durumunda bırakır. Aksettirdiği "insan"ı kusursuzluğa yakın sunar. Berisini gizli tutar. Orası izleyiciyle karakter, köklü sistem eleştirisiyle kendisi arasında düşünsel bir sır olarak kalır. 

Son olarak, "Snowpiercer" ile 2003'ün Ağustos'unda arz-ı endam eder. Her ne kadar hala Avrupa'nın birçok ülkesinde vizyona bile girmemiş olsa da, müsterih olun, filmi bulabilirsiniz. İlk defa cast'ı çok sayıda Hollywood kökenli oyuncuyla doldurur (Chris Evans, Jamie Bell, Tilda Swinton, Ed Harris, Octavia Spencer vb). Eşine ender rastlanabilecek temaya sahip senaryosu ile hakikaten ilginç bir film ortaya çıkar. Öyle ki, bir iki cümlede ifade edilebilecek gibi değil; ayrı bir yazı yazmak icap ediyor.  Kısaca, tuhaf ama tutarsızlıklarına rağmen iyi bir film diyelim. Şaşkınlığımızı ise hali hazırda yönetmenin nev-i şahsına münhasırlığına bırakmamak için bir sebep yok.

Kıssadan hisse, Joon-ho Bong benzersiz atmosferleriyle, sınırları belli olmayan zihninin çıktısı senaryolarıyla bir idol yönetmen örneği çiziyor. Abarttığımı sanmıyorum, günümüz dünya sinemasının en kendine has yönetmenleri içinde yer almakta. Özellikle üslup yaratma konusunda sayılı parmakların birini kendisine gönül rahatlığıyla ayırabiliriz. 

Şayet yeni bir üslup ve yönetmen tanımak istiyorsanız, üstelik bunu aşina olmadığınızı düşündüğünüz bir bölgeden, uzak doğudan yapmaya yelteniyorsanız; bu deli-dahi ile tanışmak için beklemenize gerek yok sevgili okuyucu. Madeo ya da Salinui chueok ile Joon-ho Bong dünyasına giriş yapabilirsiniz. Biz, fan club üyeleri olarak, yorumlarınızı duymak için çıkışta elimizde kahve ile bekliyor olacağız.

10.03.2014

True Detective

HBO olacaksınız, yeni bir polisiye-gerilim dizisi isteyeceksiniz ve bunun için kariyerlerinin başında üç kişi ile yola koyulacaksınız. Üstelik başrol için kariyerinin altın çağını yaşayan Matthew McConaughey ile iki Oscar adaylığı bulunan Woody Harrelson seçilecek. Bir yanı makul, bir yanı tutarsız geliyor kulağa değil mi? Ancak dizinin bugün sona eren ilk sezonuyla şimdiden kült noktaya erişmesinde de oyunculardan önce bu üç genç adamı öne çıkarmak şart. 

Dizinin yönetmeni Cary Fukunaga adını ilk ve tek olarak 2011'de başarıyla yönettiği Jane Eyre filmiyle duymuştuk. Dönem filmi özelliği ve dahası kostüm tasarımı ile Oscar adaylığı almış olması ile hiç de fena olmayan film, yönetmenin hatırlanan tek performansıydı. Dizinin sinematografisini kotaran Adam Arkapaw ise kısa filmlerle ismini duyduğumuz ancak True Detective'e epey benzeyen Animal Kingdom ile başarıyı yakalayan bir görüntü yönetmeni. Çok sayıda yapımı olmadığından tecrübeyle sabit diyemesem de gelecek vadeden biriydi. Senarist ve yapımcı Nic Pizzolatto'ya gelirsek... İşte ona gelemiyorum. Zira yakında sinemaya çevrilecek "Galveston" adında yapıtı ile konuşulan bir yazar Nic Pizzolatto ve bu diziden önce Fox yapımı "The Killing" için iki bölüm yazması dışında senaristlik ya da yapımcılık tecrübesi yok. İşte dizinin ilginçliği, bu üç isimde başlıyor. Dizinin başarısı da yine aynı üç kişinin eseri...

True Detective'in çıkış dönemi aslında dizi adına hem riskli hem şanslı bir döneme denk geldi. Zaten şansı değerlendirmek de biraz risk almak değil midir? Riskli çünkü Breaking Bad gibi dizi tarihinin gelmiş geçmiş en iyisi olarak görülen bir yapım seyircilerine yeni veda etti ve hala akıllarda. Riskli çünkü alışıldık polisiye-gerilim yapısı bu dizinin temas ettiği tüm sinematografik öğelerden farklı. Ancak aynı riskler diziyi başarıya taşıyan atmosfere ön ayak da olabilirdi ki, oldu da... Breaking Bad sonrası yaşanan boşluk yeni bir kült dizi için biçilmiş kaftandı. Aynı zamanda artık herkese olay yeri inceleme, kriminal verilerle somut delile ulaşma, her bölüm ayrı bir dava çözme gibi klasikleştiği kadar bayağılaşan dizi türlerinden gına gelmişti. Bu tarz diziler, izleyiciye bağımlılık kazandıramadığı gibi klişeden öteye gidemez olmuşlardı. Seyirci "The Wire" ambiansında, "Breaking Bad" sürükleyiciliğinde ve sinema diline haiz yeni yapımlar bekliyordu. İşte True Detective tam böyle bir döneme, üstelik tüm kıstasları içinde barındırarak düştü ve HBO'ya son dört yılın en büyük izlenme rekorunu getirdi. 

Dizinin bileşenlerine gelecek olursak, şu çok açık ki, başarının ardında sinema ciddiyeti yer almakta. Yukarıda bahsi geçen üç adam yola çıkarken neyi nasıl yapacaklarını müthiş bir ciddiyet ve realist açıyla ele almışlar. Platformun Louisiana olarak seçilmesi hali hazırda Louisianalı Nic Pizzolatto'nun eseri ama diziye kusursuz uymuş. Düşük eğitim seviyesi, kırsal yapısı, ürkütücü doğası ile katastrofik sinematografiyi çok iyi yansıtıyor. Adam Arkapaw da elindeki nimeti tam anlamıyla kullanıyor doğrusu ve dizi boyunca oldukça hatırı sayılır bir sinematografi performansı sergiliyor. Bunu; herhangi bir yol sahnesinde, barda otururken, hatta Marty'nin ailesi ile evde geçen uzun bir sekansta dahi hissedebiliyorsunuz. İki farklı dönem hikayesini barındıran bol flashback'li senaryonun her yanına tesir ediyor. Öyle ki, her mekanın bu görüntü yönetimine uygun düşecek şekilde seçildiği, tüm görsel detaylarda gizemi muhafaza ettiği tüm açıklığıyla ekrana yansımış.

Bir diğer etken, senaryo ve güçlü diyaloglar. Sekiz bölüm boyunca, temel hikayeden ayrılmadan, iki dönemli ve geri-ileri sarımlı, ana karakterler üzerinde detaylandırılmış titiz bir senaryo ile karşı karşıyayız. Nic Pizzolatto ilk senaryo deneyiminde çok önemli bir şeyi göz önünde bulunduruyor; amaç, sinema diline yakın bir dizi yazmaksa, izleyiciyi hikayeden çok karakterleri merak etmeye yönlendirme gerekliliği... Bunu da tamamıyla bilgiç, realist ancak bir o kadar sosyopat Rust ile dini inancını sorgulatmayan ama eşini aldatmaktan geri kalmayan, her yanıyla kırsal kesimi temsil eden Marty üzerinden yapıyor. Aralarındaki farklar, benzerlikler, korkular ve anlaşmazlıklar özenle derinleştiriliyor. Güçlü ve "quote" yapıda diyaloglarla tanıma evresi ve çabası seyirciye aksettiriliyor. Rust ne kadar gizemli, tehlikeli ve dürüstlükten ödün vermeyen yapıda ise; Marty o kadar sıradan, korkak, riyakar haliyle gözümüzde canlanıyor. Ancak elbette ki, bu birkaç sıfat bu karakterleri ifade etmek için yeterli değil. Karakterler bu tasvirlerin çok daha derininde yer almakta.

Derinliğin temelinde ise, karakter oluşturmadaki başarı ve vurucu diyalogların yanında çok önemli bir diğer unsur devreye girmiş: Oyunculuk. Matthew McConaughey, Dallas Buyers Club'taki etkileyici performası ile ilk adaylığında Oscar'ı kucakladıktan hemen sonra hepimizi tekrar büyülüyor. Kariyeri birçok rezalet filmle dolu olan bu Teksaslı adam, dizide o kadar agresif ve sağlam bir oyunculuk sergiliyor ki, seyirciyi etkilememesi mümkün değil. Karakterinin sahip olduğu tüm özellikleri kimi noktalarda abartılı performanslarla yansıtsa da, şimdiden kült karakterler arasına gireceği su götürmez bir gerçek. Sigara içişi, elinde defteri, evindeki hali ve birçok anlık performans/görüntü bu adamın çok iyi iş çıkardığının kanıtı. Yine de, Matthew'i anlatırken Woody Harrelson'ın performansını yabana atmamak gerek. Çoğu kişi sade oyunculuğuyla bir renk katmadığını düşünecektir muhtemelen; lakin Woody Harrelson'ın gösterişsiz doğallığı olmasaydı, Rust'ın agresif yapısı öne çıkamaz, dizi seyirciyi boğucu bir hale gelebilirdi. Marty'nin genel geçer ahlaki kuralları benimsemiş yapısına rağmen seyircinin sevmemesine sebep olan hal-i pürmelali, ziyadesiyle oyunculuk başarısı. Nihayetinde seyirci iki karaktere de bir mesafe ile yaklaşmak durumunda kalırken, hikaye boyunca onları tanımaya, tanımayı istemeye ve merak etmeye devam ediyor. 

Netice itibariyle, sinema dilinde yazılmış senaryosu, büyüleyici sinematografisi, diziye uygun müzik seçimi, kuvvetli karakterleri ve üst seviye oyunculuğu ile son dönemde izlemesi en keyifli dizi True Detective. Hatta bu noktada biraz daha abartmayı hakettiğini düşünerek, sinemaya en yakın dizilerin başında geldiğini de eklemeliyim. Çünkü genel olarak dizi kavramı, karakteristiğinin bir getirisi olarak gelip geçiciliği ve sonuç odaklılığı aracılığıyla izleyiciyi ana hikayeye/hikayelere bağlasa da, True Detective tüm dikkati karakterlere, platforma ve geniş çerçevedeki bütünsel senaryoya çevirmeyi başarıyor. Hatta bir bölümün neredeyse tek sekansını ana hikayeyi ıskalayıp bu temaşa üzerine kurabilecek kadar risk alarak... Ve başarıyı da işte tam olarak burada yakalıyor.

1.03.2014

86. Oscar Ödülleri

Bazen hazırlanabilecek en iyi senaryoyu bizzat gerçek hayatta yaşar insan. Yaşadığında izlediği tüm filmleri (hele bir de sinefil ise) tekrar tekrar aklından geçirir, en çok hangisinin uyduğunu zihninde tartmaya çalışır. Böyle bir durum için, hafızada yeteri kadar film saklıysa, 1930'lardan günümüze sayısız senaryo ve film ile eşleştirme imkanı bulabilir. Veyahut kimi zaman, bizim şu yaşamakta olduğumuz dönem gibi, aynı senede üstelik benzer sayılabilecek iki Oscar adayı film varsa şayet American Hustle ve The Wolf of Wall Street gibi; arşiv taramasına gerek kalmayabilir de... Yalan, yolsuzluk, çirkinlik günbegün kademe artırırken, yargı lağvedilmişken, özgürlükler kısıtlanmışken, hepsinden öte 85. Oscar töreninden 86. ya geçene dek koskoca bir EMEK yıkılmışken insan Oscar kazanacakları tahmin etmek için dahi zor güç buluyor bedeninde... 

Kolay dönemler değil bunlar; hep yaşanmış ya da hep yaşanacak zamanlar da değil. Daha hafızamızda yer almayan ama bir gün kesinlikle karşılaşacağımız senaryoların alt metinlerini oluşturuyoruz baskıcı bir devlet yüzünden derin üzüntüler yaşayarak belki de... Öyle senaryolar ki, Gezi'yi bize tekrar yaşatacak, bundan elli yıl sonra bugüne bakıp güçlü ve kolektif bir hikaye tasarlamak istediğinde bizden sonraki jenerasyonlar, onun en güzelini ve en gerçeğini anımsayacaklar. 

Zor dönemler dedik ya, işte bu zor dönemlerde ayakta kalabilmenin yolu alışkanlıkları devam ettirebilmekten geçiyor olsa gerek. Bu nedenle haliyle son derece "film noir" tadında yaşıyorken hayatı; araştırmaya, öğrenmeye, kaydetmeye ve tahmin etmeye devam etmek lazım.

Kategorilere geçmeden önce her filme dair derin analizlere girişmeyeceğimi söylemek isterim. Yine de, genel bir yorumda bulunmakta fayda var. Takip edenlerin bileceği üzere, Altın Küre ödüllerinden beridir kampanyalar aldı başını yürüyor. Öyle ki, The Wolf of Wall Street'in, Matthew McConaughey'in, Captain Phillips'in kişisel ya da yapımcıları aracılığıyla Oscar'ı kazanmak adına yoğun reklam kampanyaları yaptığını biliyoruz. Gravity'nin sayısız adaylığını çok sayıda ödülle taçlandıracağını düşünen biri olarak onların çok fazla kampanya yürütmemesini kendilerinden emin olmalarına yoruyorum. Zira film herkes tarafından yeterince konuşuluyor. Öte yandan 12 Years a Slave'in kaç ödülle kapatacağı heyecanla beklenirken kanaatimce nefis filmlerin arasında çok üst düzey olmasa da tatmin edici bir seyirlik diyebileceğim American Hustle'a ödül çıkacak mı diye merak ediyorum. En iyi Yönetmen, En iyi Kadın Oyuncu, En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En iyi Animasyon kategorilerinde sürpriz çıkması beklenmiyor, çıkarsa süpriz ötesi olur. 

Altın küre tahminlerinde olduğu gibi "kazanacak" ve "kazanması istenen" şeklinde ifade etmeye çalışacağım. Koskoca bir yıl takip edip kazanmasını istediklerimi söylemezsem içimde kalır, anlayış bekliyorum efendim. Son olarak, belgesellerin ve kısaların bazıları hariç tüm filmleri izlediğimi nacizane söylemek isterim. Belgesel kategorisi zaten sürprizlere gebe, en yüksek oranda Oscar'a kavuşacağı tahmin edilen belgeseli "kazanacak" olarak yazacağım ama hepsini izlemediğim için "istenen" kısmını boş bırakacağım. Keza, En iyi Kısa Film, En iyi Kısa Belgesel, En iyi Kısa Animasyon kategorilerindeki adayların pek azını izleyebildiğim için bu kategorilere dair bir yorum yapamıyorum maalesef.

Haydin başlıyoruz.

En İyi Film

American Hustle / Captain Phillips / Dallas Buyers Club / Gravity / Her / Nebraska / Philomena / 12 Years a Slave / The Wolf of Wall Street

Kazanacak: 12 Years a Slave
Kazanması istenen: 12 Years a Slave 


En İyi Yönetmen

Alfonso Cuaron (Gravity) / Steve McQueen (12 Years a Slave) / Alexander Payne (Nebraska) / David O. Russell (American Hustle) / Martin Scorsese (The Wolf of Wall Street)

Kazanacak: Alfonso Cuaron (Gravity)
Kazanması istenen: Alfonso Cuaron (Gravity)


En İyi Erkek  Oyuncu

Christian Bale (American Hustle) / Bruce Dern (Nebraska) / Leonardo DiCaprio (The Wolf of Wall Street) / Chiwetel Ejiofor (12 Years a Slave) / Matthew McConaughey (Dallas Buyers Club)

Kazanacak: Matthew McConaughey (Dallas Buyers Club)
Kazanması istenen: Bruce Dern (Nebraska)

En İyi Kadın Oyuncu

Amy Adams (American Hustle) / Cate Blanchett (Blue Jasmine) / Sandra Bullock (Gravity) / Judi Dench (Philomena) / Meryl Streep (August: Osage County)

Kazanacak: Cate Blanchett (Blue Jasmine)
Kazanması istenen: Cate Blanchett (Blue Jasmine)


En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu 

Barkhad Abdi (Captain Phillips) / Bradley Cooper (American Hustle) / Michael Fassbender (12 Years a Slave) / Jonah Hill (The Wolf of Wall Street) / Jared Leto (Dallas Buyers Club)

Kazanacak: Jared Leto (Dallas Buyers Club)
Kazanması istenen: Jared Leto (Dallas Buyers Club)


En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu

Sally Hawkins (Blue Jasmine) / Jennifer Lawrence (American Hustle) / Lupita Nyong’o (12 Years a Slave) / Julia Roberts (August: Osage County) / June Squibb (Nebraska)

Kazanacak: Lupita Nyong’o (12 Years a Slave) 
Kazanması istenen: Lupita Nyong’o (12 Years a Slave) 


En İyi Özgün Senaryo

American Hustle / Blue Jasmine / Dallas Buyers Club / Her / Nebraska 

Kazanacak: Her 
Kazanması istenen: Her


En İyi Uyarlama Senaryo

Before Midnight / Captain Phillips / Philomena / 12 Years a Slave / The Wolf of Wall Street 

Kazanacak: 12 Years a Slave
Kazanması istenen: Before Midnight


En İyi Kurgu

American Hustle / Captain Phillips / Dallas Buyers Club / Gravity / 12 Years a Slave

Kazanacak: Gravity
Kazanması istenen: Gravity


En İyi Görüntü Yönetimi

The Grandmaster / Gravity / Inside Llewyn Davis / Nebraska / Prisoners

Kazanacak: Gravity
Kazanması istenen: Gravity


En İyi Yabancı Film

The Broken Circle Breakdown (Belçika) / The Great Beauty (İtalya) / The Hunt (Danimarka) / The Missing Picture (Kamboçya) / Omar (Filistin)

Kazanacak: The Great Beauty
Kazanması istenen: The Great Beauty


En İyi Animasyon

The Croods / Despicable Me 2 / Ernest & Celestine / Frozen / The Wind Rises 

Kazanacak: Frozen
Kazanması istenen: The Wind Rises


En İyi Belgesel

The Act of Killing / Cutie and the Boxer / Dirty Wars / The Square / 20 Feet from Stardom

Kazanacak: The Square
Kazanması istenen:    - 


En İyi Prodüksiyon Tasarımı

American Hustle / Gravity / The Great Gatsby / Her / 12 Years a Slave

Kazanacak: The Great Gatsby
Kazanması istenen:    Her

En İyi Kostüm Tasarımı

American Hustle / The Grandmaster / The Great Gatsby / The Invisible Woman / 12 Years a Slave

Kazanacak: The Great Gatsby
Kazanması istenen: American Hustle

En İyi Makyaj

Dallas Buyers Club / Jackass Presents: Bad Grandpa / The Lone Ranger

Kazanacak: Dallas Buyers Club
Kazanması istenen: Dallas Buyers Club

En İyi Görsel Efekt 

Gravity / The Hobbit: The Desolation of Smaug / Iron Man 3 / The Lone Ranger / Star Trek Into Darkness

Kazanacak: Gravity
Kazanması istenen: Gravity

En İyi Özgün Müzik

The Book Thief / Gravity / Her / Philomena / Saving Mr. Banks

Kazanacak: Gravity
Kazanması istenen: Gravity

En İyi Özgün Şarkı

“Happy” (Despicable Me 2) / “Let It Go” (Frozen) / “The Moon Song” (Her) / “Ordinary Love” (Mandela: Long Walk to Freedom)

Kazanacak: "Let it Go" (Frozen)
Kazanması istenen: "The Moon Song" (Her)

En İyi Ses Kurgusu

All Is Lost / Captain Phillips / Gravity / The Hobbit: The Desolation of Smaug / Lone Survivor

Kazanacak: Gravity
Kazanması istenen: Gravity

En İyi Ses Miksajı

Captain Phillips / Gravity / The Hobbit: The Desolation of Smaug / Inside Llewyn Davis / Lone Survivor

Kazanacak: Gravity
Kazanması istenen: Gravity