6.09.2009

Piç


Dört karakter arasında gidip gelen diyaloglarla bezenmiş, günlük yaşantılarını konu edinen, bu dort karakterin yani "piç"in hareket ve düşünce mekanizmalarını tanımlarla anlatan bir eser "Piç". Bu anlamda sarmal ve karmaşık kurgusu ile okuyucuya anlatmak istediğini zaman zaman hikayenin en heyecanlı yerinde aniden bölerek, zaman zaman yaptığı tanımın üzerine gelişen bir diyalog ya da olayı yansıtarak ifade ediyor. Tanımlarda algi kapılarını sonuna kadar açarken, diyalog ya da kurgu ile bu tanımı bir nevi cümle içinde kullanıyor.

Hakan Günday, tuhaf bir adam. Monologları, düşünce yapısı, zekası merak edilesi bir insan. Zira çok ilginç şeyler döndüğü açık zihninde. Hayatı, kendisini, insanları ve bütün bunların arasındaki etkileşimi dördüncü boyuta varan bir genişleme ile git-geller arasında yaptığı düşündüklerini yansıttığı eserlerinden belli oluyor. Bu kadar fazla düşünmek kendisini yoruyor olmalı. Düşünmeye korkmadığı için ve bunu bir yaratıcılık örneği haline dönüştürdüğü için eli sıkılmalı, takdir edilmeli. Bu eserde de, Cenk'in tişört çağrışımları, Hakan'ın hayali kitap senaryoları son derece başarılı. O kadar başarılı ki bunu düşünen adamı kıskanmadan edemiyorsunuz. Niye benim aklıma gelmedi diye hayiflanıyorsunuz. Ki bunu yaparken Claude Monet tablosuna bakıp salt beğeni ile değerlendirmeyip fikre olan beğeninizin yanına bir de kıskançlık ekliyorsunuz. Çünkü yazar düşünülmeyecek şeyi düşünüp bulmuyor, düşünülecek ama varıldığı noktada karanlık ve zincirlenmiş algıları harekete geçirecek, bünyeyi rahatsız edecek imgelerle, hislerle ilerliyor. O çok saygı duyulan fikirlere, hikayelere...

İlginç karakteri, kaleminin etkileyiciliği, kendine ait bir dil oluşturmaya başlamış oluşu nedeniyle tanım oranı son derece yüksek bir eser olan "Piç", okunduğunda baymıyor. Tespitlerin içinde birbirine sarmal ve zıt düşüncelerin ifadeleri tez - antitez mantığıyla yoğruldugu için cümleler daha vurucu, kelimeler öldürücü oluyor. Bir de anlatılan karakteri tahmin edebildiğiniz, tecrübesini yaşadığınız, bildiğiniz bir hale sokabiliyorsanız o tanım ve tamlama sizi daha da derine, Hakan Günday'ın istediği rahatsız edici derinliklere götürüyor. Bu noktada baştan sona çeşitli karakter analizleri sunan eser, başarıya ve okuyucuyu rahatsız etme amacına ulaşıyor.

Yine de, Kinyas ve Kayra ile karşılaştırıldığında; pek tabii bir başyapıt olan Kinyas ve Kayra'ya göre daha az beğeni görüyor. Bu durum son derece normal. Her ikisi de roman olsa bile iki eser arasında teknik açıdan net farklılıklar göze çarpmakta. Kinyas ve Kayra, Hakan Günday'ın imzası haline gelen sarmal kurgu anlayışının içinde monolog boyutunda iki karakterin detayına inen, sürekli olay örgüsü içerisinde okuyucuyu bir yerden diğerine savuran, iki karakterin her yönünü gösterirken dünya üzerinde varolmuş ve bireyi etkilemiş her konuya girip çıkan ve sert eleştiriler getiren bir eserdi. Karakterin içine, detayına bu şekilde girmek, olay orgüsünde yakından tanır hale geldiği adamın nasıl davranacağını merak etmek ve deyimi yerindeyse beraber yatıp kalkıyormuşçasına zihninin içine almak okuyucuyu daha fazla etkiliyor, bir o kadar vurucu oluyordu. Piç'de ise bu durum karakterlerle ilgili his ve düşünceler sunsa da o denli derin yapılmıyor. Eser, genel olarak bu dört adamın hepsinin yaşayış, algılayış biçimlerini ve tepkilerini anlatıyor. Bu süreçte, sık sık tanım yöntemini kullanıyor. Dolayısıyla eser Kinyas ve Kayra'dan net biçimde ayrılıyor.

Eleştirilebilecek nokta, eserin sonunun konu ve anlattıklarına nazaran basitliğe kaçmış gibi hissettirmesi. Süresini aşmış bir filmin 90 dakika civarina indirilmesi için montajda kesilip biçilmesi gibi bir acele var sanki. Eseri yazarken bu kadar derinine girmiş olmanın yazar üzerinde bir yorulma ya da bıkkınlık hissi uyandırdığı canlanıyor nedense gözümde. Çünkü bu kitabın sonunda şaşkınlık veyahut ince ve acı bir tebessüm ya da sonsuz bir acı hissetmek isterdim. Eser boyunca gerilip rahatladığımız, şaşırıp kabullendiğimiz ne varsa onların bir özetini sunacakmış, dumur edecekmiş, etmese bile net bir his uyandıracakmış gibi geldi sonunda da; lakin böyle bir hissi duyamıyor oluşumuz sonuyla ilgili olumsuz yorum getirme gereğimizi böylece ortaya koymakta.

Öyle ya da böyle, sırf o anlatım gücü için, uçsuz bucaksız fikirleri ve karakterleri için, hayata baktığı noktaya yaklaşmak için bile okunur bu nefis eser...Hakan Günday'ı hala tanımayan da, hakkında bir fikir sahibi olmak isteyen de, onu daha geniş biçimde tanımak isteyen de okusun bu kitabı. Her eserinde aynı çizgide olduğunu hissedip bambaşka sapaklara rastgeliyorsunuz zira. Bunun yanında, hayatı her seferinde sollamaya çalışıp sağdan usul usul giderken gittiği yolu sorgulamaktan kendini alamayan bir yazarla karşılaşıyorsunuz.


Bu yazarı tanıdığım günden beri (bütün eserlerini okuduğum göz önünde bulundurulursa) düşüncelerimin merkezindeki titreşimlerin, hissettiklerimin tanımını yapmak zor. Çünkü kişiden kişiye değişir bu olgu. Ancak Piç'te olduğu gibi bunu bütün eserlerinde görmek, tecrübe etmek mümkün. Zaten bunu istiyor o da, bunu göstermek için yazıyor. Görebilenler şanslıdır diyerek diğer eserlerini de bilginiz olması açısından yazıyorum:

Ziyan - 2009, 7 Eylül (yarın çıkıyor!)
Azil - 2007
Malafa - 2005
Piç - 2003
Zargana - 2002
Kinyas ve Kayra - 2000

1.09.2009

Into the Wild






Hep düşünmüşümdür 2000 yılında Jon Krakauer'in "Into the Wild"'ını okuduğumda acaba eserin ismi "Into the Light" olsa daha mı iyi olurdu diye.. Elbette mevcut isim de, hem eser hem de film için biçilmiş kaftan ama yine de düşünürüm bunu. Çünkü Christopher McCandless bir ışıktı, bir yabancıydı ve yabancıladığı dünyada kendi ışığını buldu, ardından da göçüp gitti..

Eserden mi bahsetsem, filmden mi bilemiyorum. 2007 yılında filmi çekilmiş, yeni haberim oldu. Oysa kitabı ne derin yaralar açmıştı ruhumda, dün gibi hatırlıyorum. Çünkü bir "true story" idi, çünkü içimizdeki bütün toplumdışını isteyen; toplumu, kurallarını ve baskıyı reddeden varlığı besliyordu ve bu kötü bir sondu. Bitişi gün gibi aşikar olan kabullenemeyişlerden biri daha..

Alex Supertramp (C.McCandless) 1968 doğumlu, Emily Üniversite'nin taze mezunu bir genç. Her şeyini geride bırakıp kendini doğaya adayan, aile şiddetini ve baskısını psikolojisinin en ücra köşesinde yaşayan bir gezgin. Yolu nereye düşerse oraya gidiyor, yaşamak için para kazanıyor, kazandığı parayı tek bir ideal için vakit geçirmekte kullanıyor:Alaska'ya son büyük yolculuk. Zeki, bilgili olmasının dışında reddetmeyi başarabildikleriyle hepimizin idolü. Hırsı yok, çabası var ama tahammülsüzlüğü yok. Yalnızca yaşamak istiyor, doğada, toplum dışında, bir insan gibi. Aslında varolma amacı açık, insan olmak yalnızca. 24 yaşında Alaska'nın soğuğunda ölmeyi bu kadar kabullenişi, hazırlıksız oluşu vuruyor insan gibi yaşamaya çalışan bizlere yalnızca...

Bu yazıda spoiler derdim yok. Çünkü filmi bu adamı bilerek izlerseniz daha adamakıllı izlemiş olursunuz. Sonu bilindiğinde izlenmeyecek filmlerden değil bu; tersine her şeyini bilerek bir kere daha, bir beş yıl sonra bir kere daha izlenesi.. Ve elbette okunası. Hala kitabın etkisi daha çoktur bende, filmine nazaran..

Eserin de filmin de eleştirisini yapamıyorum, farkındayım. Ama zaten bu noktada eleştiri pek önem arzetmiyor. Kitap, büsbütün gerçekleri çeşitli hayallere sokup çıkararak ifade etmiş. Gerçek ve doğanın büyülü atmosferi bir oraya bir buraya sürüklüyor insanı. Rüyaymış, masalmış gibi geliyor. Güldürüp mutlu ediyor ama endişe hep yanınızda. Eser ile ilgili söyleyebileceğim tek şey, yazabilirdi daha Jon Krakauer. Yazmalıydı da.. Daha detaylı, daha yakına sokarak bizleri. Daha çok şey hissettirerek..

Filmine gelince.. Sean Penn, doğayı iyi yakalamış. Filmde üç sekans var. Geçişleri gayet iyi. Doğanın her yerini, Emile Hirsch'in bütün yeteneklerini kullanmış, kullandırmış. Görüntü kalitesi de fena değil. Aile ilişkileri kardeşin dilinden anlatılıyor ve Alex yollara çoktan düşmüş olduğundan geriden takip ediyoruz. Gidiyor, gittikçe daha çok öğreniyoruz geçmişini, hislerini.. "Society"den nefret ederken nefesini içimizde hissediyoruz ya da Ron'a veda ederken yüzünde taşıdığı gururu.. Gerçeklik ve doğa esere göre daha bir kesinlik kazanıyor görselliğin işleviyle. Gidişat Alex'in tebessümü yok olunca daha da endişeye yol açıyor. Boğazda kalan düğümler, evet, daha fazla. Ama o kadar çok flashback var ki, başı dönüyor izleyenin. Alex nerede, kestiremez hale geliyoruz bazen. Genç Alex ile Alaska'daki birbirine karışıyor, ayırt edilmiyor yeri geldiğinde. Bu kadar oynamaya gerek var mıydı, kurguyu dağıtmaya; böyle başarılı sekansların içini git-gellerle boşaltmanın lüzumu neydi bilinmez, lakin yine de ortaya çıkan eser başarılı, her duyguyu hissettiriyor. Elbette Eddie Vedder yapıyor bunu. Öyle muhteşem şarkılar hazırlamış ki bu çok saygı duyduğu adam için, öyle sözler yazmış ki, filmi bu hale getiren her şeyin başında o. Dünyada hiçbir sanatçı bunu Eddie'den iyi yapamazdı herhalde. Diyecek bir şey yok, oturup düşünmek, belki biraz gözyaşı dökmek gerek yalnızca.

Aslına bakarsanız, tiyatroda da bunu yakalarız. Ya da karşıma geçseniz, ben biraz kasıp anlatmaya kalksam, belki orada bile. Çünkü hikaye öyle bize ait ki ve yapamayacağımız, cesaret edemeyeceğimiz için öyle uzak ki, ikisi çeliştiğinde ortaya çıkan yalnızca bu cesur adama duyulan saygı oluyor. En sonunda da onun tek derdi insan olmak olsa bile gelen yalnızlık ve başarısızlığı. "Akıllanma" diye tabir edilecek bir şey değil; sadece yalnızlık..

Oysa Alex olsa bunu Eddie'nin bu film için bestelediği "Long Nights"daki cümlelerle şöyle açıklardı: "I have no fear for when I am alone"... Yaşayışı, seçtiği yolu ile kimseye bağlı kalmadan göçüp giden biri, bir tutunamayan..

Mezarında rahat uyu Chris.. Senden sonra seni çok iyi anlatan bir edebi eser ve bir filmin var. Ayrıca "society" dediğin şey iyice içinden çıkılmaz bir varlık oldu. Son olarak da, dünya şuan 1992'den çok daha boktan..
Doğrusunu yapan sendin.