1.09.2009

Into the Wild






Hep düşünmüşümdür 2000 yılında Jon Krakauer'in "Into the Wild"'ını okuduğumda acaba eserin ismi "Into the Light" olsa daha mı iyi olurdu diye.. Elbette mevcut isim de, hem eser hem de film için biçilmiş kaftan ama yine de düşünürüm bunu. Çünkü Christopher McCandless bir ışıktı, bir yabancıydı ve yabancıladığı dünyada kendi ışığını buldu, ardından da göçüp gitti..

Eserden mi bahsetsem, filmden mi bilemiyorum. 2007 yılında filmi çekilmiş, yeni haberim oldu. Oysa kitabı ne derin yaralar açmıştı ruhumda, dün gibi hatırlıyorum. Çünkü bir "true story" idi, çünkü içimizdeki bütün toplumdışını isteyen; toplumu, kurallarını ve baskıyı reddeden varlığı besliyordu ve bu kötü bir sondu. Bitişi gün gibi aşikar olan kabullenemeyişlerden biri daha..

Alex Supertramp (C.McCandless) 1968 doğumlu, Emily Üniversite'nin taze mezunu bir genç. Her şeyini geride bırakıp kendini doğaya adayan, aile şiddetini ve baskısını psikolojisinin en ücra köşesinde yaşayan bir gezgin. Yolu nereye düşerse oraya gidiyor, yaşamak için para kazanıyor, kazandığı parayı tek bir ideal için vakit geçirmekte kullanıyor:Alaska'ya son büyük yolculuk. Zeki, bilgili olmasının dışında reddetmeyi başarabildikleriyle hepimizin idolü. Hırsı yok, çabası var ama tahammülsüzlüğü yok. Yalnızca yaşamak istiyor, doğada, toplum dışında, bir insan gibi. Aslında varolma amacı açık, insan olmak yalnızca. 24 yaşında Alaska'nın soğuğunda ölmeyi bu kadar kabullenişi, hazırlıksız oluşu vuruyor insan gibi yaşamaya çalışan bizlere yalnızca...

Bu yazıda spoiler derdim yok. Çünkü filmi bu adamı bilerek izlerseniz daha adamakıllı izlemiş olursunuz. Sonu bilindiğinde izlenmeyecek filmlerden değil bu; tersine her şeyini bilerek bir kere daha, bir beş yıl sonra bir kere daha izlenesi.. Ve elbette okunası. Hala kitabın etkisi daha çoktur bende, filmine nazaran..

Eserin de filmin de eleştirisini yapamıyorum, farkındayım. Ama zaten bu noktada eleştiri pek önem arzetmiyor. Kitap, büsbütün gerçekleri çeşitli hayallere sokup çıkararak ifade etmiş. Gerçek ve doğanın büyülü atmosferi bir oraya bir buraya sürüklüyor insanı. Rüyaymış, masalmış gibi geliyor. Güldürüp mutlu ediyor ama endişe hep yanınızda. Eser ile ilgili söyleyebileceğim tek şey, yazabilirdi daha Jon Krakauer. Yazmalıydı da.. Daha detaylı, daha yakına sokarak bizleri. Daha çok şey hissettirerek..

Filmine gelince.. Sean Penn, doğayı iyi yakalamış. Filmde üç sekans var. Geçişleri gayet iyi. Doğanın her yerini, Emile Hirsch'in bütün yeteneklerini kullanmış, kullandırmış. Görüntü kalitesi de fena değil. Aile ilişkileri kardeşin dilinden anlatılıyor ve Alex yollara çoktan düşmüş olduğundan geriden takip ediyoruz. Gidiyor, gittikçe daha çok öğreniyoruz geçmişini, hislerini.. "Society"den nefret ederken nefesini içimizde hissediyoruz ya da Ron'a veda ederken yüzünde taşıdığı gururu.. Gerçeklik ve doğa esere göre daha bir kesinlik kazanıyor görselliğin işleviyle. Gidişat Alex'in tebessümü yok olunca daha da endişeye yol açıyor. Boğazda kalan düğümler, evet, daha fazla. Ama o kadar çok flashback var ki, başı dönüyor izleyenin. Alex nerede, kestiremez hale geliyoruz bazen. Genç Alex ile Alaska'daki birbirine karışıyor, ayırt edilmiyor yeri geldiğinde. Bu kadar oynamaya gerek var mıydı, kurguyu dağıtmaya; böyle başarılı sekansların içini git-gellerle boşaltmanın lüzumu neydi bilinmez, lakin yine de ortaya çıkan eser başarılı, her duyguyu hissettiriyor. Elbette Eddie Vedder yapıyor bunu. Öyle muhteşem şarkılar hazırlamış ki bu çok saygı duyduğu adam için, öyle sözler yazmış ki, filmi bu hale getiren her şeyin başında o. Dünyada hiçbir sanatçı bunu Eddie'den iyi yapamazdı herhalde. Diyecek bir şey yok, oturup düşünmek, belki biraz gözyaşı dökmek gerek yalnızca.

Aslına bakarsanız, tiyatroda da bunu yakalarız. Ya da karşıma geçseniz, ben biraz kasıp anlatmaya kalksam, belki orada bile. Çünkü hikaye öyle bize ait ki ve yapamayacağımız, cesaret edemeyeceğimiz için öyle uzak ki, ikisi çeliştiğinde ortaya çıkan yalnızca bu cesur adama duyulan saygı oluyor. En sonunda da onun tek derdi insan olmak olsa bile gelen yalnızlık ve başarısızlığı. "Akıllanma" diye tabir edilecek bir şey değil; sadece yalnızlık..

Oysa Alex olsa bunu Eddie'nin bu film için bestelediği "Long Nights"daki cümlelerle şöyle açıklardı: "I have no fear for when I am alone"... Yaşayışı, seçtiği yolu ile kimseye bağlı kalmadan göçüp giden biri, bir tutunamayan..

Mezarında rahat uyu Chris.. Senden sonra seni çok iyi anlatan bir edebi eser ve bir filmin var. Ayrıca "society" dediğin şey iyice içinden çıkılmaz bir varlık oldu. Son olarak da, dünya şuan 1992'den çok daha boktan..
Doğrusunu yapan sendin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder