26.11.2009

Bednyye Lyudi (İnsancıklar)


1846'da Dostoyevski 24 yaşındayken yazdığı romanında İnsan-cıklardan bahseder (Rusların kelimelerin sonuna -cık ekleri getirmeyi ne kadar çok sevdiklerini biliriz). Bu eser ile dönemin en önemli Rus edebiyatı eleştirmenlerinden Belinsky'nin öyle bir beğenisini kazanmıştır ki, ilk eseri sayesinde bir anda yeni "Gogol" oluvermiştir. Her ne kadar daha sonra yazdığı iki eseri ile aynı eleştirmen tarafından yerden yere vurulsa da, 24 yaşında bir yazarın, hatta yazar adayının böyle bir eser kaleme alması insanı şaşırtıyor gerçekten.

Şaşırtmasının nedeni ise basit; yapıtındaki iki ana karakterden Makar Alekseyevic'in ağzından döktüğü kelimeler, tanımlar, tamlamalar bir yaşlının ruhuyla ifade edilmiş. Eleştiriler, yorumlar, göndermeler dönemin Rusya'sının tabiatını tam anlamıyla yansıtıyor. 1800'lerde Rus ekonomisindeki müthiş uçurumun psikolojik ve sosyolojik bütün temalarını içinde barındırıyor. Hatta Dostoyovski henüz 24 yaşındayken "Palto"ya yaptığı atıfla Gogol'a selamı çakıp Gogol'un "Palto"da işlediği konuya paralel bir sosyolojik tespit getirirken yine Gogol'un "Bir Delinin Hatıra Defteri"nde işlediği katı sosyetik yaftalamalar karşısında kendini kaybeden bireylerin tutunabileceği bir dal da gösteriyor: sevgi ve aşk. Makar Alekseyevic ile Varvara Dobroselova arasındaki bağ, insanlık bağı öyle kuvvetli ki iki insanın birbirine ne olursa olsun tutunmasının bir yaşam kaynağı haline dönüşebildiğine sıklıkla dem vuruyor.

Öyle ki, bu sevginin içinde kişinin ulaşabileceği sonsuz içtenlik ve dürüstlük de mevcut. Dürüstlükten kastım, her şeyi doğru anlatmak değil, kendini doğru ve serbestçe anlatmak. Ezerek, büzerek, zayıflıklarıyla, basitliğiyle, insan-cıklığıyla. Bu sayısız mektuplaşmanın içinde ise, ağırlıklı olarak Makar'dan gelir sosyolojik tespitler. Kendini eğitimsiz ve basit olarak nitelendirmesine rağmen öyle konulara atıfta bulunur ve hayata dair öyle eleştiriler getirir ki, eserin ve pek tabii Dostoyevski'nin amacının ne olduğunu bu kısımlarda kavrayabilir okuyucu. Gorşkov hikayesi, Varvara'nın Bikov seçeneği, Makar'ın işyerinde yaşadıkları ve mektup aralarına sıkıştırılan onlarca cümle, gönderme, ironi...

Eser cesaret isteyen konuları böylesine vurucu kaleme alması ile yazan kişinin ileride Dostoyevski olacağını, varacağı noktayı gösteriyor. Hatta bu insancıkların, bizim lugatımızda "tutunamayanlar"ın her çağda varolduğunu bilmek, değişen dünyada değişmeyen tespitlerin geçerli olduğunu hissetmek daha bir acı veriyor insana.

Marx'ın dediklerinin gerçekleşmesini beklemek nasıl bir hayal kurmaksa, Dostoyevski ve Tolstoy'un dünyevi tespitleriyle gerçeğe yaklaşmak o denli eşdeğer. Bir de Oğuz Atay'ın Dostoyevski'ye bu eseri ile ilgili yaptığı şu gönderme bir o kadar güzel;

"Bir gün kolunun altında bir Dostoyevski, karşılaştık. Pakize ile evlenmeye karar verdiği günlerdi. bu ne demiştim.
" İnsancıklar " dedi.
"Pakize'ye okuması için götürüyorum. Okuduktan sonra onunla evleneceğim."


Son olarak; eserin şu kısmını alıntılamamak gerçekten ayıp olur:


"Mutsuzluk bulaşıcı bır hastalıktır. Mutsuzlar, zavallılar, daha mutsuz zavallı olmamak için birbirlerinden uzak durmalıdırlar."

Bu cümleyi bir yerden hatırlıyorsunuz, değil mi? Oğuz Atay'ın bu esere gönderme yapmasında bir haklılık payı varmış demek ki. Bu hayata tutunmak güç. Daha iyi tutunmak içinse, Dostoyevski'yi okumak lazım. Güç toplamak, karşı koyabilmek için. Hepsinden önemlisi ise "farkında olmak" için.

Not: Yukarıdaki kitap kapağı fotoğrafının bir anlamı var. Eserin en iyi çevirisi kanımca, Ergin Altay tarafından İletişim Yayınları baskısıyla yayımlanmıştı. Üstelik Orhan Pamuk'un önsözü de var. Bu baskıyı okumakta fayda görüyorum.

21.11.2009

Le Concile de Pierre (Taş Meclisi)


Jean-Christophe Grangé'ın "Les Rivieres Pourpres" (Kızıl Nehirler) adlı eserinden sonra ortaya çıkardığı ikinci gerilim yapıtı olan "Taş Meclisi" yine sürükleyiciliği ile dikkat çekmişti. Hatta bu sürükleyiciliğin içine, sağına, soluna öyle fantastik öğeler yerleştirmişti ki Grangé, kitabı okurken farketmediğiniz boyutta fantastik bir dünyanın içine dalmış buluveriyordu okuyucu kendini. Bununla beraber parapsikoloji, şamanizm, Moğol dünyasına dair birçok bilgiyi de roman içerisinde dağarcığına katıyor, Grangé sürükleyiciliği eşliğinde eseri hızlı ve gergin bir şekilde okuyup bitiriyordu yine aynı okuyucu.

Eserin fantastik dünyasının abartılı olduğuna dair çok sayıda eleştiri edebiyat dünyasında yer almıştı. Bunların birçoğuna ben de katılıyorum. Zira Grangé bu eseri yazarken beslendiği şaman ve parapsikoloji çerçevesinden zaman zaman tam anlamıyla fantastik zihne geçiş yapıyor ve orada sanki bu iki konuyu işlemeye devam ediyormuş gibi davranıyor. Evet, mucizevi tedaviler, parapsikolojik terimler, şamanizm hali hazırda ciddi manada fantastik ve olağanüstü diye tabir edilen temalara sahip. Merak edilesi, tam anlamıyla çözülememiş gizlerle dolu bir diyar. Bu bile başlı başına fantastik haliyle. Ancak bunun üzerine Grangé'ın eklemeleri eserin kimi yerlerinde zorlama izlenimi vermişti bana.

Yine de, Grangé'ın roman yazmadaki kabiliyeti ve üst düzey akıcılığı bunlar üzerine çok fazla kafa yorma fırsatı tanımıyor. Konunun akıbetini merak etmekten fantastik ögeleri tartışır bulamıyorsunuz kendinizi. Tek kusur sonu bence bu eserin. Daha güzel olabilirdi, daha etkileyici bitebilirdi diye düşünüyorum. Olsun, eser şu haliyle bile çok çok iyi bir gerilim romanı. Kim ne derse desin.

Gelelim bunun sinema uyarlamasına. İşte burada elimde bulunan bütün sivri okları, iğneleri ortaya dökme isteğim had safhaya ulaşıyor. "Kızıl Nehirler"in sinema uyarlamasında da saçmalıklar doludizgindi, ama bu kadar bile değildi. Bu tam anlamıyla saçmalık. Anlamsızlık. Guillaume Nicloux tecrübeli bir senarist, acemi bir yönetmen. Yönetmenlik açısından filmi değerlendirmeye bile değer bulmuyorum. Çünkü ortadaki senaryo o kadar boktan ki, sinema kıstaslarına uygunluğunu tartışmak bile geçersiz.

Tamam, hiçbir uyarlama eseri birebir yansıtmayabilir. Hatta böylesinin daha makbul olduğu her zaman söylenir. Mot a mot bir uyarlama risklidir, eserin belli bölümlerini kesip biçmek gerektiğinde ortaya hiçbir şey anlatılamayan bir yapıt çıkabilir, vesaire. Ancak uyarlama yapmaya kafayı taktıysanız, burada ne olursa olsun dikkat edeceğiniz bir nokta vardır. Gerilimin ana teması, beslendiği noktalar, yapıtın kritik kısımları. Bunları eserin neresine yerleştireceği yönetmen ve senarist işbirliği ve anlaşmasıyla ortaya çıkar. Eserin sonunu kesersiniz, başını biçersiniz, ne olursa. Orası senaryonun "transition"ına bağlıdır.

Ancak "Taş Meclisi"nde belirgin bir senaryo bile söz konusu değil. Yapıtın gerilim dolu kısımlarının tahlili iyi yapılamamış, Monica Bellucci gibi müthiş bir silah varken elinde kadını "desperate" ötesi bir moda sokmuşlar. Catherine Deneuve gibi Sybille karakterine on numara uyacak bir silah varken; bırakın Catherine'in üstün yeteneklerini kullanmayı, bu yeteneklerle örtüşecek karakteri bambaşka bir hale getirmişler. Oyunculuğu değerlendirmek bile gereksiz. Çünkü karakterler oturmamış.

Bu edebi eser, başlı başına bir gerilim romanı aslında. Tüyleri diken diken eden, sayfaları meraktan yırtacak biçimde çevirmeye neden olabilecek akıcılığa sahip bir eser. Eksikleri var ama Grangé külliyatının tipik özelliklerini içinde fazlasıyla barındıran, bilgi dağarcıklarına yeni tanımlar katan niteliklere sahip. Lakin bu film emeğe, çabaya yazık bir düşünce uyarlaması sadece. Yönetmen ve senaristin sinema dünyasına bir kazığı.

Maalesef başka bir şey değil. Hiçbir şey.