18.11.2013

Child's Pose (Pozitia Copilului)

Herkese tanıdık gelebilecek bir anne, herkesin başına gelebilecek talihsizlikte bir kaza, benzerlerini birçok defa duyduğumuz ya da tecrübe ettiğimiz bir sosyal sınıf kesişmesi kulağa ilk aşamada klişe gibi geliyor değil mi? Aslına bakarsanız sevgili okuyucu, bir önceki cümle ile mantık zemininde sizleri klişeye ister istemez yönlendirmiş olduğumu kabul etmek zorundayım. Ancak bu tespitlerin nasıl bir arada harmanlandığını ve kusursuza yakın bir senaryo ile oldukça iyi bir filme dönüştüğünü, filmi izleseniz, sanırım siz de hissederdiniz. 

Child's Pose, orjinal ismiyle Pozitia Copilului her sene biraz daha adından söz ettiren Romen sinemasının son göz bebeği. Maria (2003) ve Medal of Honor (2009) ile Avrupa'daki festivallerde adından umutla söz ettiren Calin Peter Netzer, bu üçüncü uzun metrajlı filmiyle sinema kariyerinde önemli bir basamak atladı ve Berlin'de Altın Ayı ödülünü kapmayı başardı. Böylece geçen sene Beyond the Hills ile Cannes'ı kasıp kavuran Christian Mingiu'ya eşlik ederek ülke sinemasını Avrupa sahnesine yeniden taşımış oldu. 

2000 sonrası dikkatleri çeken Romen sinemasının söz konusu başarısında özellikle güçlü metinlerin etkisine değinmek gerek. Gerçeklik vurgusunu temel alan, mizahi ögelerin tamamını kara mizah biçemiyle gözler önüne seren senaryolar, yakın-uzak plan çalışmalarını iyi kotaran  yönetmenlerle başarılı yapıtlara dönüşüyorlar. Bu bağlamda, 4 Months, 3 Weeks and 2 Days'in metinlerine yardımcı olan Razvan Radulescu'yu, Child's Pose'un senaryosunun gücünden ötürü tebrik etmek gerek. 

Filme gelirsek, aktris yetenekleri sual olunmaz Luminita Gheorghiu aşırı kontrolcü, saplantılı bir halde hayatının merkezine oğlunu koymuş bir anne rolünde. Tüm sahneleriyle Bükreş burjuvasının sembolü olduğunu idrak ettiğimiz ebeveyn, oğullarının geçirdiği kaza sonrası seferber olup durumu toparlamaya çalışıyorlar. Bu süreç içerisinde sosyal statünün en temel haklarda bile maçı başlamadan nasıl kazandığını, ekonomik rahatlığın ailenin varoluşunda birinci koşul olup olamadığını ve daha birçok ailevi ya da toplumsal konuyu bu düzlemler üzerinde gözlemliyoruz. Özellikle filmdeki tüm sahnelerin ve hikayelerin gerçek hayatta herkesin başına gelebileceğini anlar anlamaz daha da dikkat kesiliyor insan. Öte yandan, bireysel tepki gösterebileceği konularda dahi, hatta filmi izlerken bile, sessiz kalıp kabullenişinin ardındaki kanıksamayı fark ediyor, kendine daha da kızıyor...

2013'ün en sarsıcı filmlerinden biri olan Child's Pose, bu sene 32. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilmişti. Son araştırmamda vizyona gireceğine dair bir ibare halen yok. Tahminim Türkiye'de vizyona girmez; olsa olsa "Başka Sinema" programına alır. Ki umarım böyle olur. Zira hiçbir sarkmanın olmadığı kuvvetli senaryosuyla ve sadece bir buçuk saatte insana günlerce düşüneceği mesajlar vermesiyle izlenmeyi kesinlikle hak ediyor. Romen sinemasının yükselişinin nişanesi olmayı da elbette... 


16.11.2013

Le Passé

Genç, hem de Avrupalı ya da Amerikalı olmayan bir yönetmen için olabilecek en iyi yıldı herhalde 2011. 39 yaşında A Separation ile “Best Foreign Language Film of the Year” Oscar’ını kazandığında sanırım Asghar Farhadi yine de çok şaşırmamıştı. Çünkü bu genç adam, yönetmenliğinin yanı sıra çok iyi bir senarist olmasının onu dünya sahnesine çok geç olmadan taşıyacağını bilen bir vakurluk ile yıldızların arasına geçiş yapmıştı. 2004’teki Beautiful City ile kariyerine oldukça iyi başlayan yönetmenin ardından yine senaryosunu yazıp yönettiği Fireworks Wednesday (2006) ve About Elly (2009) gibi iki güçlü filmin ardından “A Separation” namlı bir başyapıta imza atması zaten beklenen bir şeydi.

Ancak gerçekleşmesi zor olan, bu nedenle pek beklenmeyen bir şeyi bu sene gerçekleştirdi zat-ı muhterem. Bir başyapıtın iki sene sonrasında yeni bir başyapıtla çıktı karşımıza: Le Passé ile… Melodramdaki ustalığını yavaştan ombudsmanlığa taşıdığını ziyadesiyle gözler önüne sererek hem de. Her filminde araf tarafındaki insanları anlatmayı seven, gerçekliği  tarz edinmiş İran sinemasının nadide örneklerini sunan Farhadi, bu yapıtta Marie karakterinden, onun evliliklerinden, eski eşi-yeni eş adayından, çocuklarından ve arayışlarından çok sağlam, çok vurucu bir melodram çıkarıyor. Filmin, başından sonuna kadar, ilk diyalogdan son kesik cümleye dek ince ince işlenmiş, üzerinde düşünülmüş, fazlasıyla özenilmiş olduğunu hissedebiliyor seyirci. Doğallığı, gerçekliği hedef alışı, oyuncuların diyaloglardan daha çok, mimikleriyle duygusal devinimlere hükmettiği bir eser izlediğinizi kolaylıkla ayırt edebiliyorsunuz. Filmin nereye bağlanacağını düşünmeyi bırakıp “o an”ın tadını çıkarıyorsunuz. Geçmişin kimi zaman bir yük, kimi zaman hatıralar denizi şeklinde isteseniz de, istemeseniz de her an sizinle olduğunu yeniden idrak ederken bu hissiyatı devreye sokacak mekanizmaların, diğer bir deyişle duyuların işlevini hatırlamaktan geri kalamıyorsunuz.

Yazıp yönettiği her filmde, oynayan kim olursa olsun, oldukça kuvvetli oyunculuk performanslarına şahit olduğumuz yönetmen bu sefer kimi tanıdık, kimi ise gelecek vadeden kişileri ön plana çıkarmış. Gözleriyle tüm iç dünyasını anlatma yetisine sahip Bérénice Bejo performansının karşılığını Cannes’da “Best Actress” ödülü ile hali hazırda aldı. Ancak ben Tahar Rahim’in ve Pauline Burlet’nin performanslarının da yabana atılmaması gerektiği kanaatindeyim.

Özetle, dantel gibi işlenmiş senaryosu, akla kazınan son sahnesi ve tüm vuruculuğu ile muhakkak izlenmesi gereken bir film “Le Passé”. Asghar Farhadi’yi bir adım daha ustalığa götürürken izleyiciyi geçmiş, gelecek ve arafı temsilen “şuan” ekseninde dolaştıran bir yedinci sanat nefaseti...


19.03.2013

Yağmur Kesiği

Mesleğine yalnızca oyuncu-yönetmen diyen ve "yazar" olduğuna dair hissiyat taşımadığını düşünen bir insanın; vakur, başarılı ve en çok kendine alçakgönüllü bir adamın ilk kitabı ile karşı karşıyayız. Üstelik üslup ve kurgu olarak alışılagelmişin oldukça dışında durmasına rağmen yazarını az çok tanıyanlar için ona iyi kesilmiş bir takım elbise gibi cuk oturan bir "ilk" ile...

Oyuncu ve yönetmen olarak içinde bulunduğu, yarattığı karakterler, çevre ve diğer tamamlayıcı unsurlar herkesin zihninde bir Uğur Yücel imgesi ortaya çıkarıyordur. Kuşkusuz bunları beyin fırtınası şeklinde kelimelere dökmeye çalışsak aklımıza ilk gelecek olanlar; meyhaneler, batakhaneler, karanlık ve pis sokaklar, sağnağa yüz tutmuş kara bulutlar, argo ve küfür dolu tamlamalar olurdu. Gri tonun siyaha kaydığı bir pus arkasından gözünü uzaklara dikmiş bir Uğur Yücel figürü için çok da şaşırtıcı olmazdı bu kısa özetler. Eseri için ise, filmlerini düşündüğümüzde sinematografik olarak karşılaşılan benzeri planların hikayelere dökülüp boyut değiştirerek düşünsel açıdan bize ulaşan farklı bir yapı olduğunu söylemekte beis olmasa gerek.

Ne var ki, bu benzerliğin hiçbir sıradanlığı olmadığını; aksine 1974-2012 arası yazdığı sayısız hikayeden oluşturduğu seçkinin son derece nev-i şahsına münhasır bir hal barındırdığını söylemeliyim. Hayat ile hayaletin, her çeşit rüzgar ile sağanak yağmurların, kasvet ile umudun harmanlandığı; yeryüzü, yerüstü, yeraltı kısacası dünyevi ve uhrevi her yerin aynı paragrafta geçebildiği; jilet ile esrarın zeytinyağı ve bukali bukali duzikonun ciğerlere ve midelere zerk edildiği hikayeler okuyoruz. Geçmişe ait gizli özlemler karakter isimlerinde saklanırken argoyu sıfat olarak kullanıyor yazar. Devamlılık arz eder gibi görünen hikayeleri sıralamaksızın önümüze koyuyor. Her birinde bir farklı tat, hep birlikte başka bir anlam... 

Uğur Yücel ikinci kitabını yazar mı bilinmez ama yazarsa şimdiden sıkı bir okuyucu kitlesi oluşturduğunu biri kendisine söylemeli. Söyledikten sonra da, madem bunu söyleyecek kadar yakın bu değerli beyefendiye; bir karafakiden iki bardağa duziko dökmeli ve "eline sağlık olsun" demeli.

Zeytinyağ kokulu adalara, o adaların hem sakinlerine hem bıçkınlarına, bir de "geçmişe" özlem duyanlara selam olsun. 


28.01.2013

Yedinci Gün

Uzun İhsan Efendi'nin son marifeti "Yedinci Gün", beş yıllık bir beklemenin ardından okuyucuyla buluştu. Okuyucularına her seferinde yeni bir kapı açan İhsan Oktay Anar, son yapıtında evvelkilere nazaran daha yakın bir dönemi seçmiş. Haliyle, rivayeti daha az; hicivleri bol ve etkili bir roman ortaya çıkmış. Aşina olduğumuz ölçüde sayısız ironi ve taze mi taze bir lezzet ihtiva eden...

Eserlerinde ekseriyetle on yedinci yüzyıl öncesi dönemi rivayet eden yazarın yeni romanında Osmanlı döneminden Cumhuriyet dönemine geçiş aralığını karakterlerine münasip görmesi kuşkusuz tesadüf değil. Çünkü İhsan Oktay Anar okuyucularına yeni deneyimler sunmadan önce kendi içsel döngüsünde söz konusu deneyimi sorgulamayı seviyor ve içinden gelen, zihinsel devinimlerinin tezahürü yolların peşine düşüyor. Dolayısıyla, böylesine kritik bir dönemi kaleme alırken ve anlatısını eşsiz ironilerle süslerken kendine has masalsı tadın yerine bu sefer daha sivri bir dil tercih ediyor. Her eserinde tabir-i caizse laf arasında yaptığı göndermeler yerini mümkün mertebe politik ve hatta sertliğinden sual olunmayacak somut eleştirilere bırakıyor. Özellikle dönem ayırt etmeden devletlerin toplum üzerinde uyguladığı baskılara, Batı ya da Doğu fark etmeksizin bilim ve düşünce özgürlüğüne getirdiği eleştiriler hafife alınacak gibi değil. Ancak okuyucu kitabın çeşitli bölümlerinde karşılaşılan mütecaviz tespitlere, yazarın hikaye ediş biçimindeki özgün tekniği, usa sığmaz alaycılığı ve benzersiz dili sayesinde keyifle, hayretle ve hayranlıkla eşlik ediyor. 

Uzun İhsan Efendi'den bahsederken dilin bu romanda aldığı hali derine inerek irdelemekte fayda var. Her ne kadar gittikçe sivrilen bir yapıya bürünse de, özellikle kelime oyunları ve cümlelerdeki ironinin vuruculuğu bir çıta daha yükselmiş vaziyette. Osmanlıca tabirlerin yoğunluğunun önceki eserlere nispeten bir nebze daha arttığı hakikatini belirtmek gerek. Böylesine bir kitabı okumak ve anlamak pek tabii ki kolay değil. Lakin, yazarın kalemi öylesine berrak ve güçlü ki, üstadın gelecek eserlerinde bunu nereye taşıyabileceğini düşünmek bile heyecan verici.

"Yedinci Gün"e dayalı belirtilmesi gereken bir başka husus ise, kurguda göze çarpan dağınıklık olsa gerek. İhsan Oktay Anar külliyatına oldukça tezat gözüken bu durum, takipçileri tarafından masalsı hikaye üslubuna kuvvetli bir aşinalık elde edilmesinden ve neticesinde ortaya çıkan bir yanılsamadan ibaret olabilir. Yine de, teslis biçeminde oluşturulmuş üç bölüm arasındaki kimi kopukluklar, yazarın belli bölümleri daha bir şevkle yazdığı, kimi noktalarda ise sözünü esirgediği izlenimine yol açıyor. Mâmafih söz konusu hal, kusursuz hikayeleştirme yetisine sahip bir yazarın nazar boncuğu olarak kabul görmeyi hak ediyor.

Nihayetinde, bir kere okumanın yetmeyeceği; üstünden yıllar geçse de, özellikle içerdiği dil ve özgün anlatı gücüyle tekrar tekrar okunabilecek müstesna bir eserle karşı karşıyayız. Öyle ki, kimi zaman, sadece on sayfalık özetle anlatılmış "dünya tarihi" kısmını hatırlamak için dahi, kadirşinas bir tebessüm ile tozlu raflardan indirileceği öngörülebilir. 


23.01.2013

Doğu'dan Uzakta (Les désorientés)


Daha az betimleme, önceki eserlere nazaran daha az Doğu Akdeniz havası-kokusu ama daha bol gerçek... Tarih hem yakın hem çok yıkık bu sefer. Dünyanın dört bir yanına dağılmış eski arkadaşların buluşması artık o kadar kolay değil. Çünkü herkesin kafasında kalmış bir Lübnan var; ama üstünden 20 sene geçmiş de bir zaman dilimi…

Amin Maalouf, roman dışında denemeler de kaleme alan biri olarak, bu sefer içini dökmüş. Zihninde dönüp duran tüm karmaşalara, geçmişin yansımalarına, belki özlem ve pişmanlıklarına yazar karakteristiğini ortaya koyup iyi bir kurguyla harmanlayarak “buyurun sıra sizde” demiş.

Doğu Akdeniz’in çok kültürlü ve çok dinli yapısını yoğun biçimde ihtiva eden Lübnan’da 1975-1990 yılları arasında yaşanan iç savaşın ortasında kalan bir grup üniversiteli genç topluluğunun dağılışını, hayatın her birini farklı yönlere savurmasını, tam yirmi yıl sonra tekrar bir araya gelmeye çalışmalarını ana karakterin yalnızca on altı gün boyunca tuttuğu günlük üzerinden okuyoruz. Okurken hem bireysel, hem toplumsal yıkımın ve yaşamın ne olduğunu; insanların hayata tutunmak adına neler yapabileceklerini ya da nelerden vazgeçebileceklerini yeniden hatırlıyoruz. Göçmen olan ile “ülkesini satmayan”ın birbirine bakışını insani değerleri ön planda tutarak irdeleme imkanı buluyoruz. Batı ile Doğu arasındaki klişeleştiği halde gerçekliği su götürmez kimi tespitleri, Doğu’nun bitmek bilmeyen siyasi kargaşa ve isyan ruhu üzerinden değerlendiriyor; bu bölgenin insanları olarak yorumların doğruluğunu zihnimizde yakın geçmişle yüzleştiriyoruz. Suçlamadan, taraf tutmadan, hiddete yol açacak bir reaksiyon girdabına düşmeden…

Her ne kadar, zaman hiddetleri kabullenişe, suçlamayı empatiye dönüştürse de, eserde bu kavramların Maalouf marifeti ile ortaya çıktığı aşikar. Zira vazgeçilmez prensibi olan objektivite, yine gizli saklı her cümlede ve karakterde gizli. Karakterler farklı dinlere mensup, sosyal konumlandırmaları her katmanı içerecek boyutta, yaşadıkları ve içindeki bulundukları ruhsal ve sosyolojik biçimler bireysel bazda türlü incelikleri içeren bir yapıda. Hal böyle olunca, Maalouf'un eserinde hem ülkesinin çeşitliliğine bir saygı duruşu, hem de her açıyı kucaklayacak seslere ve düşüncelere yer verme arzusu belirginlik kazanıyor. 

Sözün kısası, yazar ana karakterin günlüğüne aktardığı düşüncelerden/yorumlardan çok sayıda dönemsel ve sosyolojik tespitler yaparken gizli-saklı otobiyografik imgeler de sunuyor bu yapıtında. "Doğu'dan Uzakta", bu nedenle, vatanından epey uzakta bulunan Maalouf için de bir geçmişle yüzleşme, bir beyin jimnastiği olsa gerek. Öyle bir jimnastik ki üstelik, yirmi yılın her gününde zihnini kurcalamış, kimi zaman onu bunaltmış, çözümsüzlüğüyle hayatı defalarca sorgulatmış... 

"Yakın Doğu Antoloji"si hazırlansa Maalouf'un çok sayıda kitabını dahil etmek gerekir. Ama tahmin ediyorum ki, kitaplarını kendisine sorsak, bu eserin gönlündeki ayrı yerine dair bir iki kelime edecektir. 

21.01.2013

Zaman

Aman Allah'ım bu ne rutubet diyerek kalktı yerinden. Etrafına bakındı, silkelendi. Ekşi, kötü bir koku vardı, üstüne sinmiş olmasından korktu. Sağını solunu kokladı. Sinmişti. Son dönemde sık sık üstüne çöken bıkkınlık hissini duyumsadı. Çok fazla düşünmüyordu artık, kabullenmişti. Bir keresinde kendi kendine "zaman," demişti, "sadece eskitir." Ağzından çıkması ile zihninde yer edişi aynı anda olmuştu. Bir daha da hiç unutmadı. 

O rutubet kokulu yerde aylarca, hatta yıllarca beklerken hep bu düşünceyle yaşadı. Bunun için bolca vakti vardı, çünkü artık gözde değildi, kenara atılmıştı, en son ne zamandı diye hafızasını zorlarken yorgun düştüğü bile olurdu. O anlarda bu cümle aklına gelirdi. "Evet," derdi, "zaman eskitiyor olabilir. Ama eski güzeldir. Hem benim durumum da eskinin güzel olduğunun kanıtı değil mi?" Eskiyi düşünürdü hemen ardından. Ah o güzel günleri... Her gün kendisine özel ihtimam gösterilen, vazgeçilmez olduğu hissettirilen parlak zamanlar... Hatırlıyordu, ne özel günlere tanıklık etmişti! Davetler, balolar öncesi kararlılığın timsaliydi o. Burada, bulunduğu yerde yüzüne bakılmasa da; onun da en kıymetli olduğu zamanlar var olmuştu. 

Oysa şimdi eskimişti. Çok açıktı bu; artık yaşlanmıştı, bir şeyler sökülmüş, koparılmıştı. Hatta  bir fiyakasının kaldığı da söylenemezdi. Eskiyi bu kadar düşünmesinin sebeplerinden biri kuşkusuz bugünkü durumuydu. "Peki, neden bir kenara atılmıyorum?" sorusu çok sefer aklına gelmiş, daha üzerinde düşünemeden etrafını saran korkuya kendini kaptırarak derhal başından savmıştı. Yaşlıydı o, böyle şeyleri düşünmek kötüye işarettir diyerek istirahate çekilmeye karar verdi. Beklemek kadar iyi yapabildiği ne vardı ki?

Tam o anda kapı açıldı. İçeri müthiş bir ışık hüzmesi akın etti. Kapıyı açan O'ydu. Başka kim olacaktı zaten? Yine de, kendisini ilgilendiren bir gelişme olmayacağını biliyordu. Ne derdi hep? "Zaman, sadece eskitir." Gülümsedi. Hissettiği tecrübenin buruk bir dışa vurumuydu bu gülümseme. Başka bir şey değil. Gözleri kapalı bir halde yıllardır binlerce kez örneğini yaşadığı bu sinir bozucu anın bitmesini bekledi ve O'nu dinledi. Telefonla konuşuyordu.

" Evet, inanamıyorum. Yıllar sonra! Düşünebiliyor musun, kaç yıl geçti? Sen biliyorsun neler hissettiğimi, anlatmaya lüzum yok. Ama inanamıyor oluşum gayet normal. Hiç vazgeçmedim, biliyorsun. Neler yaşadık hepimiz, kim bilir o neler yaşadı ama bu kadar zaman sonra bile birbirimizi gördüğümüzde anladık derhal o akşam görüşmek isteyeceğimizi. Sanki aradan geçen zaman değilmiş dostum. Sanki dünmüş gibi. Eve nasıl geldiğimi bilmiyorum. Hemen giyinip çıkacağım. Çok mutluyum dostum, hiç olmadığım kadar mutluyum. Vazgeçemedim hiç, biliyorsun. Hiç aklımdan çıkmadı. Şimdi ise tekrar hayatıma giriyor ve umarım çıkmaz. Mutluluk hissi bu sanırım. Çünkü bu denli hiç yaşamamıştım."

...

"Evet, elbette. Başka ne düşünülebilir ki? En son ne zaman giydiğimi bile hatırlamıyorum. Ama bir gün tekrar giyeceğimin hayalini kurardım. O nedenle hep sakladım. Epey yıprandı ama umurumda değil.  Çünkü şuan ne giyeceğim konusu sual bile olamaz. Üstümde gördüğünde ne düşünecek kim bilir? Arayacağım seni."

Kapıdan içeri doğru uzanan el kendisine doğru geliyordu. Gözlerine inanamıyordu. Telefon konuşması yaşlı kalbini heyecanlandırmıştı, bir şeyler olacağını sezmişti ama bu kadarını beklemiyordu. Dışarı çıkarken gözleri kamaştı, o kadar uzun süre karanlıkta kalmıştı ki. Hemen yakışıklı bir hal almaya çalıştı. Yaşanan bu olağan dışı anı kaybetmek istemiyordu. Ama kaybetme olasılığı da yoktu zaten. Uzanan eller o kadar kararlıydı ki; ne yakasına, ne söküğüne bakan oldu. 

Ait olduğu yerdeydi şimdi. Ne çok beklemişti! Sahibinin ait olduğu kadına, bunca yıpratıcı sene sonra gidişi ancak kendisiyle birlikte mümkün olabilirdi. Şimdi anlıyordu her şeyi teker teker. Düşünememiş olmasına şaştı. Tabii ya! Bunun içindi hem kendisinin hem sahibinin yalnızlığa terk edilişi. Bu yüzdendi, bir dolabın içinde çürürken kendisi, sahibi ondan biraz hallice bir evde çürüyüp duruyordu. "Nasıl ben o karanlık yerde eskiyi anıp vazgeçmediysem, o da sevdiği kadından hiç vazgeçmemiş, o yüzden beni atmamış". Şaşkınlık içindeydi ama her şeyin farkındaydı da aynı zamanda. 

Bu düşünceler içinde gidecekleri yere vardıklarını fark etmedi. Ama ilk görüşte tanıdı kadını. Üstündeki elbiseyi de. Kendi sahibinin gözünde ne kadar değerliyse karşısındaki çiçek desenli kıyafet de aynı anlamı taşıyordu. Rengi solmuş elbise ile göz göze geldi, nazik bir selam verdi. Baktığı gözlerde aynı yaşlı ama bilge ifadeyi gördü. Anlamıştı. Her ikisi de. Neler döndüğünü kavrayacak kadar yaşamışlardı. Eski ama güzeldiler. Tıpkı sahipleri gibi.

Gülümseyerek karşısındaki eski dostuna şöyle dedi: "Mutluluk beklenebilir, hayallerin gerçekleşmesi uzun sürebilir ama zaman sadece kendini eskitir." Birlikte, geçen zamana inat bir kahkaha patlattılar. Kendilerini daha dün kaldıkları yerden devam edercesine koyu bir sohbete bıraktıklarında sahipleri el ele tutuşmuş, en sevdikleri meyhaneye doğru yol almaktaydılar.

8.01.2013

Tanios Kayası (Le Rocher de Tanios)


"Doğunun Limanları” kadar vurucu bir son, “Afrikalı Leo kadar geniş bir olay ve karakter örgüsü taşımasa da, bütün Amin Maalouf eserleri gibi sırf sadeliği ile kendine hayran bırakan bir yapıt “Tanios Kayası”...  
Yazarın Doğu Akdeniz konusundaki bilgi birikimi ve roman yazarı kimliğinin etkin gücü bu eseri zevkle okunur kılmaya yetiyor.

Tanios’un psikolojik açılımlarının, dağ olarak ifade edilen kitabın esas mekanının, yan karakterlerin ve köyün genel bakış açısının tasvirleri o kadar net ve belirleyici unsurlar kullanılarak ifadeye mazhar olmuş ki, kitabı okurken gözleri kapatıp hikaye ya da masal anlatan bir büyüğü dinliyormuş hissine kapılıyor insan. Bu doğallığın kazandırdığı bir başka güzel taraf ise kitabın içindeki iki kaynak, keşişin yazdığı "Dağ Tarihçesi" ve Nadir'in yazdığı "Katırcının Bilgeliği". Bir diğer deyişle, yazar, kitabı iki hayal unsuru kaynağın alıntıları eşliğinde bir başka ağızdan dile getirirken, rivayet kabul edilen ve masalsı bir eda kazanmış olayı sanki mecburen "yalınlığa" bağlı kalarak anlatmış durumu yaratıyor. Bir nevi, tarihsel bilgiler objektiviteye bağlı kalmak zorundadır anlayışı gibi.. Eserde abartının olmaması ve sadeliğin bu kadar etkilemesinin altında yatan temel nokta bu olsa gerek.

Yine diğer Maalouf eserleri gibi Doğu’nun mekanlarının içinde bir çeşit büyüye kapılıyor okuyucu. Lübnan’da bulunan dağdan tutun da, liman ve  Lagosa zihnimizde canlandırdığımız ak saçlı Tangos’un yanında diğer hayali ortamlar oluyor ve zaten akıcı olan eserde okuyucu da o gemiye binmiş, o kahveye gitmiş, Thamos’u tanımış, köy çeşmesini görmüş kadar heyecanlanıyor. Sadelikle örtüşen bu durumun nedeni, Maalouf’un tasvirlerinde aşırıya kaçmayan yanı ve her zaman tahayyül edilmesi için bıraktığı açık kapılardır. Kendisi okuyucuyu bu şekilde konuya bağlamayı oldukça seviyor.

Köydeki insanların genel psikolojileri ve tavırları, tarihsel bir metindeki kadar gerçekçi yansıtılmış. O dönemde din ve mezhep fark etmeksizin benzer "erkek-kadın" anlayışı, anlamsız farklılıkları, köy halkının bir şeyhe ya da büyüğüne gösterdiği sevgi, saygı, yalakalık, güven ve yaşam tercihi gibi topluluk içerisinde ortaya çıkacak temel öğelerin hepsine değiniliyor. Bu konular üzerinde belirgin ve sübjektif yorumlar yapılmıyor belki, hatta okuyucu eseri bitirip kritiğini yapmaya başladığında net bir biçimde bunları hatırlamıyor ama geniş kapsamda düşünüldüğünde köy ile ilgili her psikanaliz haline açık olduğunu hissediyor.

Velhasıl, bu eser her yönüyle yazarının çizgisini yansıtıyor. En iyi yapıtı değil belki ama onun yazım tarzını, eser oluştururken vazgeçilmez biçimde bağlı kaldığı sistemleri ve sadeliğinin etkileyiciliğini tecrübe etmek için biçilmiş kaftan.. Dolayısıyla, Amin Maalouf ile tanışmak isteyenler için son derece uygun olduğu söylenebilir.