26.11.2009

Bednyye Lyudi (İnsancıklar)


1846'da Dostoyevski 24 yaşındayken yazdığı romanında İnsan-cıklardan bahseder (Rusların kelimelerin sonuna -cık ekleri getirmeyi ne kadar çok sevdiklerini biliriz). Bu eser ile dönemin en önemli Rus edebiyatı eleştirmenlerinden Belinsky'nin öyle bir beğenisini kazanmıştır ki, ilk eseri sayesinde bir anda yeni "Gogol" oluvermiştir. Her ne kadar daha sonra yazdığı iki eseri ile aynı eleştirmen tarafından yerden yere vurulsa da, 24 yaşında bir yazarın, hatta yazar adayının böyle bir eser kaleme alması insanı şaşırtıyor gerçekten.

Şaşırtmasının nedeni ise basit; yapıtındaki iki ana karakterden Makar Alekseyevic'in ağzından döktüğü kelimeler, tanımlar, tamlamalar bir yaşlının ruhuyla ifade edilmiş. Eleştiriler, yorumlar, göndermeler dönemin Rusya'sının tabiatını tam anlamıyla yansıtıyor. 1800'lerde Rus ekonomisindeki müthiş uçurumun psikolojik ve sosyolojik bütün temalarını içinde barındırıyor. Hatta Dostoyovski henüz 24 yaşındayken "Palto"ya yaptığı atıfla Gogol'a selamı çakıp Gogol'un "Palto"da işlediği konuya paralel bir sosyolojik tespit getirirken yine Gogol'un "Bir Delinin Hatıra Defteri"nde işlediği katı sosyetik yaftalamalar karşısında kendini kaybeden bireylerin tutunabileceği bir dal da gösteriyor: sevgi ve aşk. Makar Alekseyevic ile Varvara Dobroselova arasındaki bağ, insanlık bağı öyle kuvvetli ki iki insanın birbirine ne olursa olsun tutunmasının bir yaşam kaynağı haline dönüşebildiğine sıklıkla dem vuruyor.

Öyle ki, bu sevginin içinde kişinin ulaşabileceği sonsuz içtenlik ve dürüstlük de mevcut. Dürüstlükten kastım, her şeyi doğru anlatmak değil, kendini doğru ve serbestçe anlatmak. Ezerek, büzerek, zayıflıklarıyla, basitliğiyle, insan-cıklığıyla. Bu sayısız mektuplaşmanın içinde ise, ağırlıklı olarak Makar'dan gelir sosyolojik tespitler. Kendini eğitimsiz ve basit olarak nitelendirmesine rağmen öyle konulara atıfta bulunur ve hayata dair öyle eleştiriler getirir ki, eserin ve pek tabii Dostoyevski'nin amacının ne olduğunu bu kısımlarda kavrayabilir okuyucu. Gorşkov hikayesi, Varvara'nın Bikov seçeneği, Makar'ın işyerinde yaşadıkları ve mektup aralarına sıkıştırılan onlarca cümle, gönderme, ironi...

Eser cesaret isteyen konuları böylesine vurucu kaleme alması ile yazan kişinin ileride Dostoyevski olacağını, varacağı noktayı gösteriyor. Hatta bu insancıkların, bizim lugatımızda "tutunamayanlar"ın her çağda varolduğunu bilmek, değişen dünyada değişmeyen tespitlerin geçerli olduğunu hissetmek daha bir acı veriyor insana.

Marx'ın dediklerinin gerçekleşmesini beklemek nasıl bir hayal kurmaksa, Dostoyevski ve Tolstoy'un dünyevi tespitleriyle gerçeğe yaklaşmak o denli eşdeğer. Bir de Oğuz Atay'ın Dostoyevski'ye bu eseri ile ilgili yaptığı şu gönderme bir o kadar güzel;

"Bir gün kolunun altında bir Dostoyevski, karşılaştık. Pakize ile evlenmeye karar verdiği günlerdi. bu ne demiştim.
" İnsancıklar " dedi.
"Pakize'ye okuması için götürüyorum. Okuduktan sonra onunla evleneceğim."


Son olarak; eserin şu kısmını alıntılamamak gerçekten ayıp olur:


"Mutsuzluk bulaşıcı bır hastalıktır. Mutsuzlar, zavallılar, daha mutsuz zavallı olmamak için birbirlerinden uzak durmalıdırlar."

Bu cümleyi bir yerden hatırlıyorsunuz, değil mi? Oğuz Atay'ın bu esere gönderme yapmasında bir haklılık payı varmış demek ki. Bu hayata tutunmak güç. Daha iyi tutunmak içinse, Dostoyevski'yi okumak lazım. Güç toplamak, karşı koyabilmek için. Hepsinden önemlisi ise "farkında olmak" için.

Not: Yukarıdaki kitap kapağı fotoğrafının bir anlamı var. Eserin en iyi çevirisi kanımca, Ergin Altay tarafından İletişim Yayınları baskısıyla yayımlanmıştı. Üstelik Orhan Pamuk'un önsözü de var. Bu baskıyı okumakta fayda görüyorum.

21.11.2009

Le Concile de Pierre (Taş Meclisi)


Jean-Christophe Grangé'ın "Les Rivieres Pourpres" (Kızıl Nehirler) adlı eserinden sonra ortaya çıkardığı ikinci gerilim yapıtı olan "Taş Meclisi" yine sürükleyiciliği ile dikkat çekmişti. Hatta bu sürükleyiciliğin içine, sağına, soluna öyle fantastik öğeler yerleştirmişti ki Grangé, kitabı okurken farketmediğiniz boyutta fantastik bir dünyanın içine dalmış buluveriyordu okuyucu kendini. Bununla beraber parapsikoloji, şamanizm, Moğol dünyasına dair birçok bilgiyi de roman içerisinde dağarcığına katıyor, Grangé sürükleyiciliği eşliğinde eseri hızlı ve gergin bir şekilde okuyup bitiriyordu yine aynı okuyucu.

Eserin fantastik dünyasının abartılı olduğuna dair çok sayıda eleştiri edebiyat dünyasında yer almıştı. Bunların birçoğuna ben de katılıyorum. Zira Grangé bu eseri yazarken beslendiği şaman ve parapsikoloji çerçevesinden zaman zaman tam anlamıyla fantastik zihne geçiş yapıyor ve orada sanki bu iki konuyu işlemeye devam ediyormuş gibi davranıyor. Evet, mucizevi tedaviler, parapsikolojik terimler, şamanizm hali hazırda ciddi manada fantastik ve olağanüstü diye tabir edilen temalara sahip. Merak edilesi, tam anlamıyla çözülememiş gizlerle dolu bir diyar. Bu bile başlı başına fantastik haliyle. Ancak bunun üzerine Grangé'ın eklemeleri eserin kimi yerlerinde zorlama izlenimi vermişti bana.

Yine de, Grangé'ın roman yazmadaki kabiliyeti ve üst düzey akıcılığı bunlar üzerine çok fazla kafa yorma fırsatı tanımıyor. Konunun akıbetini merak etmekten fantastik ögeleri tartışır bulamıyorsunuz kendinizi. Tek kusur sonu bence bu eserin. Daha güzel olabilirdi, daha etkileyici bitebilirdi diye düşünüyorum. Olsun, eser şu haliyle bile çok çok iyi bir gerilim romanı. Kim ne derse desin.

Gelelim bunun sinema uyarlamasına. İşte burada elimde bulunan bütün sivri okları, iğneleri ortaya dökme isteğim had safhaya ulaşıyor. "Kızıl Nehirler"in sinema uyarlamasında da saçmalıklar doludizgindi, ama bu kadar bile değildi. Bu tam anlamıyla saçmalık. Anlamsızlık. Guillaume Nicloux tecrübeli bir senarist, acemi bir yönetmen. Yönetmenlik açısından filmi değerlendirmeye bile değer bulmuyorum. Çünkü ortadaki senaryo o kadar boktan ki, sinema kıstaslarına uygunluğunu tartışmak bile geçersiz.

Tamam, hiçbir uyarlama eseri birebir yansıtmayabilir. Hatta böylesinin daha makbul olduğu her zaman söylenir. Mot a mot bir uyarlama risklidir, eserin belli bölümlerini kesip biçmek gerektiğinde ortaya hiçbir şey anlatılamayan bir yapıt çıkabilir, vesaire. Ancak uyarlama yapmaya kafayı taktıysanız, burada ne olursa olsun dikkat edeceğiniz bir nokta vardır. Gerilimin ana teması, beslendiği noktalar, yapıtın kritik kısımları. Bunları eserin neresine yerleştireceği yönetmen ve senarist işbirliği ve anlaşmasıyla ortaya çıkar. Eserin sonunu kesersiniz, başını biçersiniz, ne olursa. Orası senaryonun "transition"ına bağlıdır.

Ancak "Taş Meclisi"nde belirgin bir senaryo bile söz konusu değil. Yapıtın gerilim dolu kısımlarının tahlili iyi yapılamamış, Monica Bellucci gibi müthiş bir silah varken elinde kadını "desperate" ötesi bir moda sokmuşlar. Catherine Deneuve gibi Sybille karakterine on numara uyacak bir silah varken; bırakın Catherine'in üstün yeteneklerini kullanmayı, bu yeteneklerle örtüşecek karakteri bambaşka bir hale getirmişler. Oyunculuğu değerlendirmek bile gereksiz. Çünkü karakterler oturmamış.

Bu edebi eser, başlı başına bir gerilim romanı aslında. Tüyleri diken diken eden, sayfaları meraktan yırtacak biçimde çevirmeye neden olabilecek akıcılığa sahip bir eser. Eksikleri var ama Grangé külliyatının tipik özelliklerini içinde fazlasıyla barındıran, bilgi dağarcıklarına yeni tanımlar katan niteliklere sahip. Lakin bu film emeğe, çabaya yazık bir düşünce uyarlaması sadece. Yönetmen ve senaristin sinema dünyasına bir kazığı.

Maalesef başka bir şey değil. Hiçbir şey.

6.09.2009

Piç


Dört karakter arasında gidip gelen diyaloglarla bezenmiş, günlük yaşantılarını konu edinen, bu dort karakterin yani "piç"in hareket ve düşünce mekanizmalarını tanımlarla anlatan bir eser "Piç". Bu anlamda sarmal ve karmaşık kurgusu ile okuyucuya anlatmak istediğini zaman zaman hikayenin en heyecanlı yerinde aniden bölerek, zaman zaman yaptığı tanımın üzerine gelişen bir diyalog ya da olayı yansıtarak ifade ediyor. Tanımlarda algi kapılarını sonuna kadar açarken, diyalog ya da kurgu ile bu tanımı bir nevi cümle içinde kullanıyor.

Hakan Günday, tuhaf bir adam. Monologları, düşünce yapısı, zekası merak edilesi bir insan. Zira çok ilginç şeyler döndüğü açık zihninde. Hayatı, kendisini, insanları ve bütün bunların arasındaki etkileşimi dördüncü boyuta varan bir genişleme ile git-geller arasında yaptığı düşündüklerini yansıttığı eserlerinden belli oluyor. Bu kadar fazla düşünmek kendisini yoruyor olmalı. Düşünmeye korkmadığı için ve bunu bir yaratıcılık örneği haline dönüştürdüğü için eli sıkılmalı, takdir edilmeli. Bu eserde de, Cenk'in tişört çağrışımları, Hakan'ın hayali kitap senaryoları son derece başarılı. O kadar başarılı ki bunu düşünen adamı kıskanmadan edemiyorsunuz. Niye benim aklıma gelmedi diye hayiflanıyorsunuz. Ki bunu yaparken Claude Monet tablosuna bakıp salt beğeni ile değerlendirmeyip fikre olan beğeninizin yanına bir de kıskançlık ekliyorsunuz. Çünkü yazar düşünülmeyecek şeyi düşünüp bulmuyor, düşünülecek ama varıldığı noktada karanlık ve zincirlenmiş algıları harekete geçirecek, bünyeyi rahatsız edecek imgelerle, hislerle ilerliyor. O çok saygı duyulan fikirlere, hikayelere...

İlginç karakteri, kaleminin etkileyiciliği, kendine ait bir dil oluşturmaya başlamış oluşu nedeniyle tanım oranı son derece yüksek bir eser olan "Piç", okunduğunda baymıyor. Tespitlerin içinde birbirine sarmal ve zıt düşüncelerin ifadeleri tez - antitez mantığıyla yoğruldugu için cümleler daha vurucu, kelimeler öldürücü oluyor. Bir de anlatılan karakteri tahmin edebildiğiniz, tecrübesini yaşadığınız, bildiğiniz bir hale sokabiliyorsanız o tanım ve tamlama sizi daha da derine, Hakan Günday'ın istediği rahatsız edici derinliklere götürüyor. Bu noktada baştan sona çeşitli karakter analizleri sunan eser, başarıya ve okuyucuyu rahatsız etme amacına ulaşıyor.

Yine de, Kinyas ve Kayra ile karşılaştırıldığında; pek tabii bir başyapıt olan Kinyas ve Kayra'ya göre daha az beğeni görüyor. Bu durum son derece normal. Her ikisi de roman olsa bile iki eser arasında teknik açıdan net farklılıklar göze çarpmakta. Kinyas ve Kayra, Hakan Günday'ın imzası haline gelen sarmal kurgu anlayışının içinde monolog boyutunda iki karakterin detayına inen, sürekli olay örgüsü içerisinde okuyucuyu bir yerden diğerine savuran, iki karakterin her yönünü gösterirken dünya üzerinde varolmuş ve bireyi etkilemiş her konuya girip çıkan ve sert eleştiriler getiren bir eserdi. Karakterin içine, detayına bu şekilde girmek, olay orgüsünde yakından tanır hale geldiği adamın nasıl davranacağını merak etmek ve deyimi yerindeyse beraber yatıp kalkıyormuşçasına zihninin içine almak okuyucuyu daha fazla etkiliyor, bir o kadar vurucu oluyordu. Piç'de ise bu durum karakterlerle ilgili his ve düşünceler sunsa da o denli derin yapılmıyor. Eser, genel olarak bu dört adamın hepsinin yaşayış, algılayış biçimlerini ve tepkilerini anlatıyor. Bu süreçte, sık sık tanım yöntemini kullanıyor. Dolayısıyla eser Kinyas ve Kayra'dan net biçimde ayrılıyor.

Eleştirilebilecek nokta, eserin sonunun konu ve anlattıklarına nazaran basitliğe kaçmış gibi hissettirmesi. Süresini aşmış bir filmin 90 dakika civarina indirilmesi için montajda kesilip biçilmesi gibi bir acele var sanki. Eseri yazarken bu kadar derinine girmiş olmanın yazar üzerinde bir yorulma ya da bıkkınlık hissi uyandırdığı canlanıyor nedense gözümde. Çünkü bu kitabın sonunda şaşkınlık veyahut ince ve acı bir tebessüm ya da sonsuz bir acı hissetmek isterdim. Eser boyunca gerilip rahatladığımız, şaşırıp kabullendiğimiz ne varsa onların bir özetini sunacakmış, dumur edecekmiş, etmese bile net bir his uyandıracakmış gibi geldi sonunda da; lakin böyle bir hissi duyamıyor oluşumuz sonuyla ilgili olumsuz yorum getirme gereğimizi böylece ortaya koymakta.

Öyle ya da böyle, sırf o anlatım gücü için, uçsuz bucaksız fikirleri ve karakterleri için, hayata baktığı noktaya yaklaşmak için bile okunur bu nefis eser...Hakan Günday'ı hala tanımayan da, hakkında bir fikir sahibi olmak isteyen de, onu daha geniş biçimde tanımak isteyen de okusun bu kitabı. Her eserinde aynı çizgide olduğunu hissedip bambaşka sapaklara rastgeliyorsunuz zira. Bunun yanında, hayatı her seferinde sollamaya çalışıp sağdan usul usul giderken gittiği yolu sorgulamaktan kendini alamayan bir yazarla karşılaşıyorsunuz.


Bu yazarı tanıdığım günden beri (bütün eserlerini okuduğum göz önünde bulundurulursa) düşüncelerimin merkezindeki titreşimlerin, hissettiklerimin tanımını yapmak zor. Çünkü kişiden kişiye değişir bu olgu. Ancak Piç'te olduğu gibi bunu bütün eserlerinde görmek, tecrübe etmek mümkün. Zaten bunu istiyor o da, bunu göstermek için yazıyor. Görebilenler şanslıdır diyerek diğer eserlerini de bilginiz olması açısından yazıyorum:

Ziyan - 2009, 7 Eylül (yarın çıkıyor!)
Azil - 2007
Malafa - 2005
Piç - 2003
Zargana - 2002
Kinyas ve Kayra - 2000

1.09.2009

Into the Wild






Hep düşünmüşümdür 2000 yılında Jon Krakauer'in "Into the Wild"'ını okuduğumda acaba eserin ismi "Into the Light" olsa daha mı iyi olurdu diye.. Elbette mevcut isim de, hem eser hem de film için biçilmiş kaftan ama yine de düşünürüm bunu. Çünkü Christopher McCandless bir ışıktı, bir yabancıydı ve yabancıladığı dünyada kendi ışığını buldu, ardından da göçüp gitti..

Eserden mi bahsetsem, filmden mi bilemiyorum. 2007 yılında filmi çekilmiş, yeni haberim oldu. Oysa kitabı ne derin yaralar açmıştı ruhumda, dün gibi hatırlıyorum. Çünkü bir "true story" idi, çünkü içimizdeki bütün toplumdışını isteyen; toplumu, kurallarını ve baskıyı reddeden varlığı besliyordu ve bu kötü bir sondu. Bitişi gün gibi aşikar olan kabullenemeyişlerden biri daha..

Alex Supertramp (C.McCandless) 1968 doğumlu, Emily Üniversite'nin taze mezunu bir genç. Her şeyini geride bırakıp kendini doğaya adayan, aile şiddetini ve baskısını psikolojisinin en ücra köşesinde yaşayan bir gezgin. Yolu nereye düşerse oraya gidiyor, yaşamak için para kazanıyor, kazandığı parayı tek bir ideal için vakit geçirmekte kullanıyor:Alaska'ya son büyük yolculuk. Zeki, bilgili olmasının dışında reddetmeyi başarabildikleriyle hepimizin idolü. Hırsı yok, çabası var ama tahammülsüzlüğü yok. Yalnızca yaşamak istiyor, doğada, toplum dışında, bir insan gibi. Aslında varolma amacı açık, insan olmak yalnızca. 24 yaşında Alaska'nın soğuğunda ölmeyi bu kadar kabullenişi, hazırlıksız oluşu vuruyor insan gibi yaşamaya çalışan bizlere yalnızca...

Bu yazıda spoiler derdim yok. Çünkü filmi bu adamı bilerek izlerseniz daha adamakıllı izlemiş olursunuz. Sonu bilindiğinde izlenmeyecek filmlerden değil bu; tersine her şeyini bilerek bir kere daha, bir beş yıl sonra bir kere daha izlenesi.. Ve elbette okunası. Hala kitabın etkisi daha çoktur bende, filmine nazaran..

Eserin de filmin de eleştirisini yapamıyorum, farkındayım. Ama zaten bu noktada eleştiri pek önem arzetmiyor. Kitap, büsbütün gerçekleri çeşitli hayallere sokup çıkararak ifade etmiş. Gerçek ve doğanın büyülü atmosferi bir oraya bir buraya sürüklüyor insanı. Rüyaymış, masalmış gibi geliyor. Güldürüp mutlu ediyor ama endişe hep yanınızda. Eser ile ilgili söyleyebileceğim tek şey, yazabilirdi daha Jon Krakauer. Yazmalıydı da.. Daha detaylı, daha yakına sokarak bizleri. Daha çok şey hissettirerek..

Filmine gelince.. Sean Penn, doğayı iyi yakalamış. Filmde üç sekans var. Geçişleri gayet iyi. Doğanın her yerini, Emile Hirsch'in bütün yeteneklerini kullanmış, kullandırmış. Görüntü kalitesi de fena değil. Aile ilişkileri kardeşin dilinden anlatılıyor ve Alex yollara çoktan düşmüş olduğundan geriden takip ediyoruz. Gidiyor, gittikçe daha çok öğreniyoruz geçmişini, hislerini.. "Society"den nefret ederken nefesini içimizde hissediyoruz ya da Ron'a veda ederken yüzünde taşıdığı gururu.. Gerçeklik ve doğa esere göre daha bir kesinlik kazanıyor görselliğin işleviyle. Gidişat Alex'in tebessümü yok olunca daha da endişeye yol açıyor. Boğazda kalan düğümler, evet, daha fazla. Ama o kadar çok flashback var ki, başı dönüyor izleyenin. Alex nerede, kestiremez hale geliyoruz bazen. Genç Alex ile Alaska'daki birbirine karışıyor, ayırt edilmiyor yeri geldiğinde. Bu kadar oynamaya gerek var mıydı, kurguyu dağıtmaya; böyle başarılı sekansların içini git-gellerle boşaltmanın lüzumu neydi bilinmez, lakin yine de ortaya çıkan eser başarılı, her duyguyu hissettiriyor. Elbette Eddie Vedder yapıyor bunu. Öyle muhteşem şarkılar hazırlamış ki bu çok saygı duyduğu adam için, öyle sözler yazmış ki, filmi bu hale getiren her şeyin başında o. Dünyada hiçbir sanatçı bunu Eddie'den iyi yapamazdı herhalde. Diyecek bir şey yok, oturup düşünmek, belki biraz gözyaşı dökmek gerek yalnızca.

Aslına bakarsanız, tiyatroda da bunu yakalarız. Ya da karşıma geçseniz, ben biraz kasıp anlatmaya kalksam, belki orada bile. Çünkü hikaye öyle bize ait ki ve yapamayacağımız, cesaret edemeyeceğimiz için öyle uzak ki, ikisi çeliştiğinde ortaya çıkan yalnızca bu cesur adama duyulan saygı oluyor. En sonunda da onun tek derdi insan olmak olsa bile gelen yalnızlık ve başarısızlığı. "Akıllanma" diye tabir edilecek bir şey değil; sadece yalnızlık..

Oysa Alex olsa bunu Eddie'nin bu film için bestelediği "Long Nights"daki cümlelerle şöyle açıklardı: "I have no fear for when I am alone"... Yaşayışı, seçtiği yolu ile kimseye bağlı kalmadan göçüp giden biri, bir tutunamayan..

Mezarında rahat uyu Chris.. Senden sonra seni çok iyi anlatan bir edebi eser ve bir filmin var. Ayrıca "society" dediğin şey iyice içinden çıkılmaz bir varlık oldu. Son olarak da, dünya şuan 1992'den çok daha boktan..
Doğrusunu yapan sendin.

29.08.2009

Le Lys dans la Valleé (Vadideki Zambak)

Honoré de Balzac'a,

Eser buna benzer bir mektupla başlar ve buna benzer bir mektupla biter. Balzac, Natalie de Manerville'e bütün dürüstlüğüyle yazar mektubunda. Nelerin olduğunu, nelerin eksik kaldığını, nelerin olamadığını.. Kitabın en sonunda da ağır bir mektup alır aynı bayandan. Ama her şeyi kabul edeli çok olmuştur. Yaşanmıştır yaşanan, kaybedilmiştir kaybedilen. Kalan sadece aşktır, sevgidir. Hatta hala Natalie'ye bile...

Bu kadar yıl geçti aradan ama bir kez bile yıllardır nick olarak nitelendirdiğim, çok sayıda arkadaşımın ismimin yerine kullandığı bu lakabı, "félix"i ne ekşisözlüğe, ne başka bir yere yazabilecek halet-i ruhiyeye bürünemedim. Bu bir itiraftır. Ama aynı zamanda bu blogun açılmasının da bir nevi sebebidir. Hal-i zatında, bu blog, Honoré de Balzac'a duyduğum büyük saygıdan dolayı açılmıştır. Onun gölgesi altında büyüyecek, bir zambağın varlığına kavuşacaktır, belki bir zambak yaratacaktır kendi içinde, kim bilir…

Vadideki Zambak, orjinal ismiyle Le Lys dans la Valleé, Balzac'ın en büyük eseridir. Bunu kendisi de, dönemin (1835) bütün eleştirmenleri de söyler. Zor bir yaşantı süren Balzac, uğrunda hapse girmiş, eseri orada tamamlayacağını iddia edecek kadar ileri gitmiştir. Ama bu eseri okuyan ve Balzac'ın yaşamı hakkında az çok bilgiye sahip olan herkes bunun neden kendisi için önemli olduğunu bilir. Çünkü Félix, Balzac'ın kendisidir. Tıpatıp kendisi. Aile ve anne sevgisinden uzak büyüyüşünün, o dönemde annesi yaşında bir kadınla olan birlikteliğinin ve onda anne şefkati ile beraber aşkı tanıyışının, ileride iki kadın arasında kaldığı zamanların, bir kadın uğruna hastalanıp vefat edişinin.. Hepsinin. Ama bu hissiyat ne onun o dönemki yaşantısında kendisine bir zayıflık katmıştır, ne de daha sonra. Hatta bu büyük romanla ulvileşmiş, gerçeklikten uzak, sürrealist bir hüvviyete bürünmüştür.

Félix, ailesinden uzakta büyümüş, istemediği şartlarda okumuş ve yalnız başına yaşamak durumunda kaldığı gençliği acı çekerek geçmiştir. Ailesinin yanına döndüğü tatillerinde ise ilk başlarda kendini iyi hissetse bile katı annesi nedeniyle işkencenin başladığını her seferinde tekrar görebilmektedir. Bu nedenle Paris’te bulunduğu zaman zarfını iyi değerlendirir ve kendine fena sayılmayacak bir yaşantı kurar. Bu yaşantı, onu eserin ana teması olan vadiye sürükleyecek bir kapıdır sadece. Henriette de Mortsauf ise anahtar. Ömrünün, vadinin, her şeyin anahtarı.. Félix bu kadında anne sevgisini, aşkı, saplantıyı her şeyi yaşar. Kötü bir kocaya sahip bu kadın da Félix’e karşı boş değildir aslında ama evli olduğunu unutmayacak kadar da onurludur. Bu platoniklik, Félix’i yorsa da sevginin, aşkın nerelere varabildiğini Balzac öyle bir işler ki, bunu tahayyül etmekte hiç zorlanmazsınız. Karşınızda oturup Félix’le dertleşiyor gibi gelir. O anlatıyor, siz dinliyormuşsunuz gibi. 200 yıl önceki Fransa’yı, aşkı, vadiyi.

Félix karakteri aslında platonik aşkla yaşayan, saplantılı bir karakter değildir. Yalnızca gençliğinde yaşadıklarının birtakım eksiklikleri onu güçlü bir bağ kurmaya itmiş olabilir. Ancak bu süreç boyunca (Henriette’e olan müthiş sadakati) kadını zor durumda bırakacak bir şey yapmaz. Çünkü o da kadının onurlu haline bayılmaktadır. Ondan güç almaktadır. Yıkılmak üzereyken bile bir kaya kadar sağlam duran bir kadın. Aklından, zihninden onca şey geçiren Félix, sevgisi için her şeyi yapar. Gerçektir çünkü onda her şey; ve gerçek hayat sadece böyle bir sevgiyle yaşanabilir. Bu nedenledir ki, çok az kişinin yaşayabileceği bir hissi, bir kadın uğrunda her şeyden vazgeçebilme duygusunu yaşar, yaşattırır. Onurlu, sadık, müthiş bir aşıktır o. Dünya edebiyatının gördüğü en muhteşem karakterlerden biri. İnsanın yaşayabileceği en saf, en temiz hali. Ben de bu şekilde yaşadığım için değil, bu sevginin ve bağlılığın yüceliğine saygı duyduğum için Félix’i seviyorum zaten.

Çok uzun yıllardır sahip olduğum bu nicki, aklımın ucunun bir kenarında tuttuğum bir ismi bana kattığı için, böylesine muhteşem bir eseri dünyaya kazandırdığı için Balzac bu blogun oluşturulma amacıdır. Bir daha hiç adından söz etmesem bile, beni bu dünyada var eden en önemli olguların başında gelir.

Félix de Vandenesse