22.09.2014

13. Filmekimi için Öneriler

Sonbahar, yaz sonrası oluşu ve melankolik yapısıyla çoğu insan tarafından pek sevilmez. Ancak İstanbul’da yaşıyor ve sinema ile ilgileniyorsanız Eylül’ün başından itibaren yeni bir heyecan dalgasına kapılma şansına sahipsiniz. Öyle ki, dokuzuncu aya girildiğinde Filmekimi’nin programı belli olmaya başlamış, her sene kendini aşan bir liste ile bizlere ulaşan bu nefis etkinlik için geri sayımlara girilmiştir. Tüm yaz vasat filmler nedeniyle geriye dönük tematik çalışmalar yapan sinefiller için zaman özellikle Cannes ve Venedik Film Festivalleri’nde boy göstermiş önemli yapımları izleme zamanıdır. Bu yıl 13. kez düzenlenecek olan Filmekimi, önceki yıllara benzer bir yaklaşım ve hayli özenle seçilmiş bir liste ile büyüleyici bir hafta vaat ediyor.

43 filmin gösterileceği etkinliğe dair tamamıyla bireysel on filmlik bir liste hazırladım. Açıkçası her çalışan birey gibi, ben de sayısız filme gidemeyeceğimden öncelikli olarak mutlaka izlemek istediklerime yer verdim. Liste içerisindeki filmlerin çoğuna sinema ile ilgilenen insanların “mutlaka görülmesi gereken filmler” planlarında rastlamanız olası. En kişisel tercihim ise, iyi/kötü kaygısından uzak bir şekilde ve hiç düşünmeden ilk sıraya yazdığım Jean-Luc Godard yapımı. Godard’ı hiç tanımıyorsanız başka bir film seçmenizi önerebilirim. Şayet tanıyorsanız “La Nouvelle Vague” ile dünya sinemasına yön verenlerin başında gelen 84 yaşındaki büyük üstadın hiçbir saniyesini kaçırmamanız gerektiğini zaten biliyorsunuzdur.

Listede bunun dışında bir diğer usta Mike Leigh’in Cannes’da Timothy Spall’a “En iyi Erkek Oyuncu” ödülünü getiren “Mr. Turner”ı; Dardenne kardeşlerin ödülü kazansalar işin suyunu çıkarmalarına sebep olabilecek, neyse ki Altın Palmiye adaylığıyla yetinen “Deux Jours, Une nuit”i; Roy Andersson’a Altın Aslan’ı kazandıran ve son dönemin en çok konuşulan filmlerinden biri “En Duva Satt På En Gren Och Funderade På Tillvaron” yapımı da var. Bu arada Berlinale’de Altın Ayı adaylarından Kreuzweg’i özellikle senaryosundan ötürü çok merak ediyorum. Yine, Afrika sinemasının önemli isimlerinden Sissako’nun Timbuktu’su, Tom Hardy’li “The Drop”, Cannes’da epey beğenilmiş “Force Majeure”; güzel insan Richard Linklater’ın “Boyhood”u da kaçırılmayacak filmler.

Son olarak, hayatımda izlediğim en iyi film “Vozvrashchenie”nin yaratıcısı Andrey Zvyagintsev’in “Leviathan”ı da program dâhilinde ve aklımıza çoktan kazındı bile. Godard baba alınmasın ama festivalde bir filme gitmek gibi saçma bir zorunluluğum olsaydı, tercihim kesinlikle Leviathan olurdu.
13’ün uğursuzluğuna dair inancı köreltecek kadar efsanevi bir seçki ile Filmekimi’ni hazırlayan herkese teşekkür etmek lazım. Ama asıl şükranlar “goes to…” etkinliği Rexx’e getiren yüce insanlara!

  1. Adieu Au Language (Dile Veda)
  2. Leviathan
  3. Kreuzweg (Çile)
  4. Deux Jours, Une Nuit (İki Gün, Bir Gece)              
  5. En Duva Satt På En Gren Och Funderade På Tillvaron (İnsanları Seyreden Güvercin)
  6.  Timbuktu
  7. Mr. Turner
  8. Boyhood (Çocukluk)
  9. The Drop (Kirli Para)
  10. Force Majeure (Turist)

PS: Filmekimi geçen sene %99 doluluk oranıyla tıklım tıkış noktasına geldiğinden bu filmlerin hepsine bilet bulamazsanız “plase”lerimiz de hazır; merak etmeyin :)

9.09.2014

Fargo (FX - 2014)

Dr. Strangelove’un kilometre taşı kabul edildiği kara komedi türünü alıp sıra dışı bir noktaya taşıyan ve doğrusunu söylemek gerekirse bu janrın kavuğunu devralan iki adamın (yekpare oldukları da düşünebilir) yaptıkları kusursuz işlerden biriydi Fargo. Çok başarılı bir kara mizah türeviydi. Bundan tam on sekiz yıl önceydi. Efsanevi The Big Lebowski’den iki yıl evvel, Dr. Strangelove’dan otuz iki yıl sonra… Kafamız karışmaya başladı değil mi? Evet ise, harika. Coen biraderlerden bahsederken biraz allak bullak olmanın kimseye zararı yok; aksine bir nevi terapi gibi bir şey bu, iyi hissettiren. Brecht’in devrim niteliğindeki “epik tiyatro” kuramı üzerinden gerçekleştirdiği, ülkemizde Ferhan Şensoy’un Ortaoyuncular’da devam ettirdiği, Stanley Kubrick’in “en belirgin örnek” olarak sinemaya taşıdığı, Monthy Python’un ise gönüllere taht kurmasına temel oluşturan terimden söz ediyoruz.  Herkese iyi geliyor; çünkü fazla ciddiye alınan dünyada aslında fark edilmeyen ne saçmalıklar olduğunu görüyoruz tüm çıplaklığıyla. Kafamız karışıyor; çünkü absürt mü gerçek mi, kolayca özümseyemiyoruz. Coen biraderleri, filmlerini düşündüğümüzde, bundan mütevellit söz konusu türün bayrak sallayanı sayıyoruz.

Fargo, 1996’da düşük bütçesine rağmen bembeyaz Minnesota’dan çıkardığı kapkara komediyle dünyayı sallayınca Coen biraderler Barton Fink (1991) aracılığı ile girdikleri Akademi kapısından En iyi Senaryo ve Joel Coen’in müstesna eşi Frances McDormand’ın uzandığı En iyi Kadın Oyuncu heykelcikleri ile ayrılmışlardı. Ancak ödülden ziyade özgünlük dolu sinemaları ile o günlerden bu zamana hem “black comedy”nin üstatları hem de “auteur” kavramının nadide örnekleri oldular. Fargo benzeri çok sayıda yapım vasıtasıyla tebessüm sebebi sayıldılar. İşbu filmi, dilek ve temenniler köşemizin başlangıç noktası saymamız da bu yüzden. Barton Fink’i unutmak olmaz elbette ama Fargo’nun adı geçince Minnesota’da akan sular dururmuş. Öyle değil mi? Belki de. Buzun hemşehri sayıldığı yerde şu cümlenin geçerliliğini sorgulamayınız efendim. Coen kardeşler Fargo’nun başında “1987’de yaşanmış gerçek olaylara dayanmaktadır” deyip seyirciye yalan söylerken kızmıyorsunuz, buna da kızmayın.

2014’e geri döndüğümüzde karşımıza bir Fargo daha çıktı. Daha doğrusu FX, Coen kardeşlerin Fargo’sunu diziye dönüştürecek projesinden bahsetti. Bahsettiği an yer yerinden oynadı. Çoğunluk bunun yapılamayacağını, filmin tüm büyüsünün bozulacağını, Steve Buscemi’nin yine mi öleceğini sorguladı, kurguladı, durdu. Steve Buscemi’nin rol almayacağı açıklanınca bir ölüm vak'asından kurtulduğumuz için sevindik. Ama işin ilginci, Coen'lerin eserinden bahsederken kaç ölümden hangisine sevinebilirdik? İşin başına çok sayıda yapımcı geçeceği açıklandığında değil, yapımcıların arasında Coen biraderlerin de olacağını duyunca rahatladık. Senaryo canavarı Noah Hawley bölümleri yazacak dendiğinde, beklentimiz artmaktaydı. En nihayetinde, voleyi büyük oyuncu Billy Bob Thornton ile çaktıklarında artık neyle karşılaşacağımızı üç aşağı beş yukarı biliyorduk.

İlk sezonu on bölümden oluşan, ikişer bölüm olmak üzere beş yönetmen tarafından çekilen, Lorne Malvo namlı ruh hastası karakterin (Billy Bob Thornton), Martin Freeman tarafından canlandırılan Lester Nygaard ile Minnesota’nın kendi gibi beyaz, küçük kenti Duluth’ta karşılaşmasını ve mantık sınırlarını zorlayan sayısız cinayeti konu alıyor dizi. Süresi itibariyle karakterlere derinlik getirme fırsatını kaçırmazken Coen tarzı sükûneti kaybetmeden kara komedinin dibine vuruyor. Gerçeğin elinden tutup gerçek dışılığın peşinde sürüklüyor. Yetenekli Allison Tolman’ı sinema dünyasına sunuyor, Breaking Bad’in “Better Call Saul”unu Cast’ında barındırıyor. Tipini sevdiğimiz Adam Goldberg de var dizide, bir başka efsane Keith Carradine de. Hatta Tom Hanks’in yeteneksiz oğlu Colin Hanks bile var.

Dizi birinci sezonu süresince film Fargo’ya çapraz kurguyla bağı varmış gibi hissettirse de, farklı bir senaryo ile karşı karşıyayız. Öte yandan, sahne ya da kurgu benzerlikleri izleyiciye sevimli bir aidiyet hissettirmekte. Bilhassa başrollere yazılan sahne ve diyaloglar Coen işi kara komediye çok uygun ve epey başarılı. Her ne kadar kendileri senaryoda ya da yönetmenlik koltuğunda bizzat bulunmuyor olsalar da, ekibin Coen tarzını tökezlemeden yansıttığını söylemek lazım. Billy Bob Thornton, Martin Freeman ve Allison Tolman üçlüsünün dikkate değer performansları üzerinden dizi ilk sezonu itibariyle çıtayı çok yükseğe koymayı beceriyor.

Her biri elli üç dakikadan on bölüm. Düşünmesi bile kulağa hoş gelmiyor mu? Ya siz değerli okuyucu, Fargo’yu ve Coen kardeşleri sevdiğiniz halde bu diziyi hala izlemediniz mi?

Kusura bakmayın ama böyle tuhaflık Coen filminde bile olmaz. İkinci sezonunda yepyeni bir senaryo ve yeni oyuncularla dönmeden önce kendiniz için bir iyilik yapın. Sonrasında Emmy ile çoktan başladığı (En İyi Dizi ve En İyi Yönetmen) ödül serüvenine dair tahminlere birlikte göz atarız.  

3.09.2014

20.000 Days on Earth

Brighton serin, kasvetli ve yağmurlu… Sonsuzluğu kucaklayan Pier’i, ara sokakları, sakin yokuşları ve müthiş manzarası ile insanı büyülemek için fazlasıyla iyi bir dekor. Nick Cave’in burayı niye çok sevdiğini defalarca Brighton’da kalmış biri olarak anlayabiliyorum. Çünkü herkesten çok Nick Cave için biçilmiş bir dekor burası. Müziğinden kişiliğine tam anlamıyla uyuyor.

Yaşamının yirmi bininci gününe kurgulanmış yirmi dört saati belgeselleştirmek nasıl bir duygudur? Hele karşınızdaki istediğinde görünmezi oynayabilen ve böyle aksiyonlara pek gelemeyen Nick Cave ise. Muhtemelen birçok kişi için çok ilginç kayıtlar ortaya çıkardı. Ancak Jane Pollard ve Iain Forsyth işi konvansiyonel belgesel çekiminden öyle farklılaştırmışlar ki, izlediğinizin yalnızca bir belgesel olmadığını kolayca görüyorsunuz. Üstelik Richard Ayoade filmlerinin kadrolu görüntü yönetmeni Erik Wilson’ın katkısıyla görsel açıdan da derinlik kazandırmışlar. Belgeselin toparlanmasında en zor kısım ise Jonathan Amos’un. Gerçeklik, duygu ve mit içeren öğeleri başarıyla montajlamış.

Uyanan, ilgi çekici odasında yazı yazan, oğluyla Scarface izleyen, grubuyla çalan, Warren Ellis ile öğle yemeği yerken geyik yapan, Ray Winstone ve Kylie Minogue’la dönüşümlü araba turuna çıkan Nick Cave’i derin (psikoanalitik) bir röportaj üzerinden bizlere anlatıyor film. Arka planda birbirinden harika melodiler kulağımızda çınlayadursun, biz hafif melankolik ama fazlasıyla nostaljik bir yolculuğa eşlik ediyoruz. Kylie Minogue’un şoförlüğünü yaptığı esnada camda oluşan buğunun, Nick Cave’in hayatının ve elbette filmin ana metaforuna dönüşmesi subliminal bir seyahate kapı açarken Melbourne’de bulunan Nick Cave Arşivi’nde 20.000 günden kesitler izliyor, üstadın müzikal geçmişinin ne denli köklü olduğuna tanık oluyoruz. Almanya’daki Birthday Party kaydından tutun da, sevenleri için daha bir sürü tarihsel hazine. Fotoğraflara bakıp hikâyeleri hatırlaması ve anlatması şaşırtıyor tabii. Ama sıra dışı işler yapan başarılı insanların daha kuvvetli hafızalara ve anılara sahip olmasına hayret etmiyoruz.

Böylesine iyi kurgulanmış ve çekilmiş bir düzlemde Nick Cave’i, cümlelerini, hayatını ve en çok da zihin yapısını derinden görmek için daha iyi bir fırsat olamazdı herhalde. Doğaçlama ile mistik havanın birbirine karıştığı, Nick Cave’in doğasına en yakın ortamın yaratıldığı bu çok özel çalışma sadece onun hayatında önemli bir yer edinmeyecek, belgesel kategorisinde yaratıcı bir eser olarak da yerini alacaktır. Şimdilik kazandığı Sundance ve İstanbul Film Festivali ödüllerinden bu sonucu rahatlıkla çıkarabiliriz.

Filmin ardından, resme büyük pencereden bakıldığında, konunun sadece Nick Cave olmadığını duyumsamak da pek olası. Tam bir Rock star perspektifine sahip muhteremin açık sözlü ifadelerinden yola çıkıp içsel bir yolculuk yapılabilir ya da kreatif ruhun hayata nasıl yansıdığı/etki ettiği üzerine kafa yorulabilir.

Nick Cave’in de fiziken bir insan olduğunu hatırlayıp, öte yandan ruhunun hayata değdiği noktaları başarılı bir dram-gerçeklik-mistisizm harmanında kavrayabilme şansı her zaman gelmez. Brighton’ın insanı küçücük gösteren engin denize bakıp izlediklerinizin ne kadarının hayal ürünü, ne kadarının ilham ürünü ve ne kadarının hayat ürünü olduğunu irdeleme imkânını kaçırmayın.