3.09.2014

20.000 Days on Earth

Brighton serin, kasvetli ve yağmurlu… Sonsuzluğu kucaklayan Pier’i, ara sokakları, sakin yokuşları ve müthiş manzarası ile insanı büyülemek için fazlasıyla iyi bir dekor. Nick Cave’in burayı niye çok sevdiğini defalarca Brighton’da kalmış biri olarak anlayabiliyorum. Çünkü herkesten çok Nick Cave için biçilmiş bir dekor burası. Müziğinden kişiliğine tam anlamıyla uyuyor.

Yaşamının yirmi bininci gününe kurgulanmış yirmi dört saati belgeselleştirmek nasıl bir duygudur? Hele karşınızdaki istediğinde görünmezi oynayabilen ve böyle aksiyonlara pek gelemeyen Nick Cave ise. Muhtemelen birçok kişi için çok ilginç kayıtlar ortaya çıkardı. Ancak Jane Pollard ve Iain Forsyth işi konvansiyonel belgesel çekiminden öyle farklılaştırmışlar ki, izlediğinizin yalnızca bir belgesel olmadığını kolayca görüyorsunuz. Üstelik Richard Ayoade filmlerinin kadrolu görüntü yönetmeni Erik Wilson’ın katkısıyla görsel açıdan da derinlik kazandırmışlar. Belgeselin toparlanmasında en zor kısım ise Jonathan Amos’un. Gerçeklik, duygu ve mit içeren öğeleri başarıyla montajlamış.

Uyanan, ilgi çekici odasında yazı yazan, oğluyla Scarface izleyen, grubuyla çalan, Warren Ellis ile öğle yemeği yerken geyik yapan, Ray Winstone ve Kylie Minogue’la dönüşümlü araba turuna çıkan Nick Cave’i derin (psikoanalitik) bir röportaj üzerinden bizlere anlatıyor film. Arka planda birbirinden harika melodiler kulağımızda çınlayadursun, biz hafif melankolik ama fazlasıyla nostaljik bir yolculuğa eşlik ediyoruz. Kylie Minogue’un şoförlüğünü yaptığı esnada camda oluşan buğunun, Nick Cave’in hayatının ve elbette filmin ana metaforuna dönüşmesi subliminal bir seyahate kapı açarken Melbourne’de bulunan Nick Cave Arşivi’nde 20.000 günden kesitler izliyor, üstadın müzikal geçmişinin ne denli köklü olduğuna tanık oluyoruz. Almanya’daki Birthday Party kaydından tutun da, sevenleri için daha bir sürü tarihsel hazine. Fotoğraflara bakıp hikâyeleri hatırlaması ve anlatması şaşırtıyor tabii. Ama sıra dışı işler yapan başarılı insanların daha kuvvetli hafızalara ve anılara sahip olmasına hayret etmiyoruz.

Böylesine iyi kurgulanmış ve çekilmiş bir düzlemde Nick Cave’i, cümlelerini, hayatını ve en çok da zihin yapısını derinden görmek için daha iyi bir fırsat olamazdı herhalde. Doğaçlama ile mistik havanın birbirine karıştığı, Nick Cave’in doğasına en yakın ortamın yaratıldığı bu çok özel çalışma sadece onun hayatında önemli bir yer edinmeyecek, belgesel kategorisinde yaratıcı bir eser olarak da yerini alacaktır. Şimdilik kazandığı Sundance ve İstanbul Film Festivali ödüllerinden bu sonucu rahatlıkla çıkarabiliriz.

Filmin ardından, resme büyük pencereden bakıldığında, konunun sadece Nick Cave olmadığını duyumsamak da pek olası. Tam bir Rock star perspektifine sahip muhteremin açık sözlü ifadelerinden yola çıkıp içsel bir yolculuk yapılabilir ya da kreatif ruhun hayata nasıl yansıdığı/etki ettiği üzerine kafa yorulabilir.

Nick Cave’in de fiziken bir insan olduğunu hatırlayıp, öte yandan ruhunun hayata değdiği noktaları başarılı bir dram-gerçeklik-mistisizm harmanında kavrayabilme şansı her zaman gelmez. Brighton’ın insanı küçücük gösteren engin denize bakıp izlediklerinizin ne kadarının hayal ürünü, ne kadarının ilham ürünü ve ne kadarının hayat ürünü olduğunu irdeleme imkânını kaçırmayın. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder