Brighton serin, kasvetli ve yağmurlu… Sonsuzluğu kucaklayan
Pier’i, ara sokakları, sakin yokuşları ve müthiş manzarası ile insanı büyülemek
için fazlasıyla iyi bir dekor. Nick Cave’in burayı niye çok sevdiğini defalarca
Brighton’da kalmış biri olarak anlayabiliyorum. Çünkü herkesten çok Nick Cave
için biçilmiş bir dekor burası. Müziğinden kişiliğine tam anlamıyla uyuyor.
Yaşamının yirmi bininci gününe kurgulanmış yirmi dört saati
belgeselleştirmek nasıl bir duygudur? Hele karşınızdaki istediğinde görünmezi
oynayabilen ve böyle aksiyonlara pek gelemeyen Nick Cave ise. Muhtemelen birçok
kişi için çok ilginç kayıtlar ortaya çıkardı. Ancak Jane Pollard ve Iain
Forsyth işi konvansiyonel belgesel çekiminden öyle farklılaştırmışlar ki,
izlediğinizin yalnızca bir belgesel olmadığını kolayca görüyorsunuz. Üstelik
Richard Ayoade filmlerinin kadrolu görüntü yönetmeni Erik Wilson’ın katkısıyla
görsel açıdan da derinlik kazandırmışlar. Belgeselin toparlanmasında en zor
kısım ise Jonathan Amos’un. Gerçeklik, duygu ve mit içeren öğeleri başarıyla
montajlamış.
Uyanan, ilgi çekici odasında yazı yazan, oğluyla Scarface
izleyen, grubuyla çalan, Warren Ellis ile öğle yemeği yerken geyik yapan, Ray
Winstone ve Kylie Minogue’la dönüşümlü araba turuna çıkan Nick Cave’i derin (psikoanalitik)
bir röportaj üzerinden bizlere anlatıyor film. Arka planda birbirinden harika
melodiler kulağımızda çınlayadursun, biz hafif melankolik ama fazlasıyla
nostaljik bir yolculuğa eşlik ediyoruz. Kylie Minogue’un şoförlüğünü yaptığı
esnada camda oluşan buğunun, Nick Cave’in hayatının ve elbette filmin ana
metaforuna dönüşmesi subliminal bir seyahate kapı açarken Melbourne’de bulunan
Nick Cave Arşivi’nde 20.000 günden kesitler izliyor, üstadın müzikal geçmişinin
ne denli köklü olduğuna tanık oluyoruz. Almanya’daki Birthday Party kaydından
tutun da, sevenleri için daha bir sürü tarihsel hazine. Fotoğraflara bakıp
hikâyeleri hatırlaması ve anlatması şaşırtıyor tabii. Ama sıra dışı işler yapan
başarılı insanların daha kuvvetli hafızalara ve anılara sahip olmasına hayret
etmiyoruz.
Böylesine iyi kurgulanmış ve çekilmiş bir düzlemde Nick
Cave’i, cümlelerini, hayatını ve en çok da zihin yapısını derinden görmek için
daha iyi bir fırsat olamazdı herhalde. Doğaçlama ile mistik havanın birbirine
karıştığı, Nick Cave’in doğasına en yakın ortamın yaratıldığı bu çok özel
çalışma sadece onun hayatında önemli bir yer edinmeyecek, belgesel
kategorisinde yaratıcı bir eser olarak da yerini alacaktır. Şimdilik kazandığı
Sundance ve İstanbul Film Festivali ödüllerinden bu sonucu rahatlıkla
çıkarabiliriz.
Filmin ardından, resme büyük pencereden bakıldığında,
konunun sadece Nick Cave olmadığını duyumsamak da pek olası. Tam bir Rock star
perspektifine sahip muhteremin açık sözlü ifadelerinden yola çıkıp içsel bir
yolculuk yapılabilir ya da kreatif ruhun hayata nasıl yansıdığı/etki ettiği
üzerine kafa yorulabilir.
Nick Cave’in de fiziken bir insan olduğunu hatırlayıp, öte
yandan ruhunun hayata değdiği noktaları başarılı bir dram-gerçeklik-mistisizm
harmanında kavrayabilme şansı her zaman gelmez. Brighton’ın insanı küçücük
gösteren engin denize bakıp izlediklerinizin ne kadarının hayal ürünü, ne
kadarının ilham ürünü ve ne kadarının hayat ürünü olduğunu irdeleme imkânını
kaçırmayın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder