17.07.2014

Michael Haneke'den Kent Üçlemesi - Duygusal Buzlaşma Üzerine

Sizi çok rahatsız eden ve bitmek bilmeyen bir sahne düşünün. Ne olursa olsun, insana ve insanlığa güvenmek zorunda oluşumuzla hayata devam edebildiğimiz gerçeğine tutunmak isteyerek bu sahnenin devamında sizi mutlu edecek şeyler hayal etmekte serbestsiniz. Hayal etmelisiniz de… Bu hayal, insana yabancılaşmanız karşısında en önemli gücünüz. Hayal gücünüz şuanda meraka dönüşmüş durumda olsa da. Bu sahne sona erdiğinde muhakkak bir nedenle bağdaştırılacaktır, inanıyorsunuz. Yoksa yıkım olabilir, yıkım olmasa da bir şeyler sarsılacak, o güç sizi insandan uzaklaştıran bir alan kazanacak. Bunun kendinize yabancılaşmak olmayacağını nasıl iddia edebilirsiniz ki devamında? Ama o sahne uzun, o sahne yorucu ve o sahne artık bir sonrakini merak ettiremeyecek kadar sarsmış durumda sizi.

Michael Haneke, ki sinemanın başına gelen en harikulade varlıklardan birisidir, işte sizi tam olarak buradan yakalamayı amaçlıyor. Viyana Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldıktan sonra tiyatroyla ilgilenen ve oyun yazarlığı yapan, akabinde televizyon filmlerinde yönetmenlikle devam eden Haneke, 46 yaşında ilk filmini çektiğinde başarıyor bunu. “Kent üçlemesi” daha sonra yazıya başlığını veren bir kavrama evrilecek ama sözü geçen üç filmde de anlatmak istediği mesel bu felsefeyi içeriyor. Gerçeğin içinde yaşarken gerçeklik duygusunu kaybeden insan…

Üçleme süresince 2. Dünya Savaşı sonrası orta sınıf burjuvazisine ait hikâyeler izliyoruz. İnsanın para kazanmak uğruna makineleştiği, yaşamayı bir “görev” algılayıp olabildiğince tepkisiz sürdürebildiği, “toplumsal huzur”un bozulmaması adına duygu yoksunluğu içinde mantık devreleriyle hareket ettiği bir platformda bulunuyoruz. 90’lı yılların zihnimizde canlandırdığı imgeden farklı bir görüntü söz konusu değil. Üçlemenin hiçbir noktasında yaşama dair “aykırılık” bulunmuyor toplumsal bağlamda. Hatta çoğu noktayı günümüzle kıyaslamak, ister istemez ortaya koyulan bir refleks olarak görülebilir. Ancak bu denli sıradanlaştırmaya da gerek yok, çünkü üçlemeyi kapsayan retrospektifi Londra’da bir festivalde gösterilmeden önce izleyiciye “Size huzursuz seyirler dilerim” demişliği var Avusturyalı yönetmenin.

Birinde tipik bir aileyi, bir diğerinde benzeri bir ailenin ergen oğlunu, üçüncüsünde ise aynı sınıftan çok sayıda aile ve karakteri birlikte hikâyenin ana öğesi seçen yönetmen, tüm filmlerde önce gerçekliği mevcut berraklığıyla izleyiciye sunuyor. Müziğin kullanılmadığı atmosferde uzun planlardan anlam çıkarmaya çalışırken dahi sıkıntıyla dolan izleyiciyi ise her filmde bir kırılma noktası bekliyor. Kırılma noktalarının uzunluğu değişken; kiminde sonu getireceğini, kiminde geçip gittiğini hissedebiliyorsunuz. Bu hissi yaratmak yönetmenin en sevdiği alan; çok sayıda siyah ekran ile plan ve sahnelerin aniden bölündüğüne eşlik ediyorsunuz. Ardından kırılma noktalarının getirisi bir sonla buluşacaksınız. Gerçekliğin içinde bir an için gerçeklikle olan bağınızı yitirmeniz son derece olası, ayarlarınızla oynamayın, çünkü hepimizde var olan ayarlarla Haneke zaten o an oynuyor.

“Kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler”in yönetmeni, gerçeklik duygusunun yitirilmesini elbette ki sadece insan doğasına bağlamıyor. Biraz evvel sözünü ettiğim II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan fazlasıyla mekanik yaşam biçimi, kapitalist düzen, siyaset ve medya üzerinden ağır bir toplum eleştirisini içinde barındırıyor. İnsanı masum kılma gayesi olduğunu söylemek doğru olmaz ama tek suçlunun insan olmadığını biliyor. İnsan, bu noktada kimi sebepler yüzünden ortaya çıkan bir kaza, bir olamamışlık. Şiddetin doğallığını sorgulamaktan uzak bir beton yığını… Seyircinin tepesine çökmesine ramak kalmış bir sistem piyonu. Saraybosna’da yaşanan soykırımı, Türkiye’nin doğusunda gerçekleşen terörü, bir okul baskınını, Ortadoğu’nun kanayan yarasını bir ana haber bülteninde istifini bozmaksızın yemek yerken izleyebilecek kadar “insan” olmaya uzak bir varlık.

Böylesi bir yapıda ortaya çıkabilecek bir çöküş ya da bu yapının kendini dışa vururken göstereceği şiddet çok mu absürt? Hayır, değil. Gerçeklik hissini yitiren ana karakterlerin tümü aslında dünyada yaşanmış, yaşanmakta olan ve yaşanacak şiddetin, bunun doğallığının, duygusal buzlaşmanın; bunların sonucu olarak kötülüğün meşrulaşmasının tipik örneklerini sunuyor. Üçlemenin ortak noktası haber bültenlerinden kesitler barındıran sahnelerin günümüzde daha da şiddetli ve duyarsız olmadığını söylemek mümkün mü? Peki, bunları izlerken bizim halet-i ruhiyemiz filmlerdeki karakterlerden çok mu farklı? Veyahut insan üçlemedeki karakterlerden daha iyiye mi gitti, daha mı vicdanlıyız, daha mı onurluyuz? Sanmıyorum. O halde izlerken ense kökümüze kadar gerilmemize sebep olan hikâyeler bizi niye bu kadar rahatsız ediyor? Düpedüz gerçek oldukları için mi, yoksa gerçek olduklarını kabul edemeyecek kadar korkak olduğumuz için mi? Kabul edersek din, toplum, siyaset, bilumum amaç ve araç topyekûn çökebilir endişesi yüzünden mi ya da? Sahi, filmlerde bile yüzleşemiyor olabilir miyiz kendi gerçekliğimizle?

İzleyin, kendiniz karar verin sevgili okuyucu. Kimilerinin dediği gibi, "Haneke izlemek her babayiğidin harcı değildir" tarzı kibirli bir yorumda bulunmaktan çok uzağım ama değerli sanatçının üçlemeyle başlayan ve yakın çizgide devam eden filmografisinin tüm parçaları, şiddetin doğallığı ve insanın duygusal buzlaşması üzerine kurduğu felsefe ile bana hayli gerçek geliyor.

Söz konusu filmler;
Der Siebente Kontinent (The Seventh Continent) - 1989
Benny's Video -1992
71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls (71 Fragments of a Chronology of Chance)  - 1994