Sizi çok rahatsız
eden ve bitmek bilmeyen bir sahne düşünün. Ne olursa olsun, insana ve insanlığa
güvenmek zorunda oluşumuzla hayata devam edebildiğimiz gerçeğine tutunmak
isteyerek bu sahnenin devamında sizi mutlu edecek şeyler hayal etmekte serbestsiniz.
Hayal etmelisiniz de… Bu hayal, insana yabancılaşmanız karşısında en önemli
gücünüz. Hayal gücünüz şuanda meraka dönüşmüş durumda olsa da. Bu sahne sona
erdiğinde muhakkak bir nedenle bağdaştırılacaktır, inanıyorsunuz. Yoksa yıkım
olabilir, yıkım olmasa da bir şeyler sarsılacak, o güç sizi insandan uzaklaştıran bir alan kazanacak. Bunun kendinize yabancılaşmak olmayacağını nasıl iddia
edebilirsiniz ki devamında? Ama o sahne uzun, o sahne yorucu ve o sahne artık
bir sonrakini merak ettiremeyecek kadar sarsmış durumda sizi.
Michael Haneke, ki sinemanın başına gelen en harikulade varlıklardan birisidir, işte sizi tam olarak
buradan yakalamayı amaçlıyor. Viyana Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldıktan
sonra tiyatroyla ilgilenen ve oyun yazarlığı yapan, akabinde televizyon
filmlerinde yönetmenlikle devam eden Haneke, 46 yaşında ilk filmini çektiğinde
başarıyor bunu. “Kent üçlemesi” daha sonra yazıya başlığını veren
bir kavrama evrilecek ama sözü geçen üç filmde de anlatmak istediği mesel bu felsefeyi
içeriyor. Gerçeğin içinde yaşarken gerçeklik duygusunu kaybeden insan…
Üçleme süresince
2. Dünya Savaşı sonrası orta sınıf burjuvazisine ait hikâyeler izliyoruz.
İnsanın para kazanmak uğruna makineleştiği, yaşamayı bir “görev” algılayıp
olabildiğince tepkisiz sürdürebildiği, “toplumsal huzur”un bozulmaması adına
duygu yoksunluğu içinde mantık devreleriyle hareket ettiği bir platformda
bulunuyoruz. 90’lı yılların zihnimizde canlandırdığı imgeden farklı bir görüntü
söz konusu değil. Üçlemenin hiçbir noktasında yaşama dair “aykırılık”
bulunmuyor toplumsal bağlamda. Hatta çoğu noktayı günümüzle kıyaslamak, ister
istemez ortaya koyulan bir refleks olarak görülebilir. Ancak bu denli
sıradanlaştırmaya da gerek yok, çünkü üçlemeyi kapsayan retrospektifi Londra’da
bir festivalde gösterilmeden önce izleyiciye “Size huzursuz seyirler dilerim”
demişliği var Avusturyalı yönetmenin.
Birinde tipik bir
aileyi, bir diğerinde benzeri bir ailenin ergen oğlunu, üçüncüsünde ise aynı
sınıftan çok sayıda aile ve karakteri birlikte hikâyenin ana öğesi seçen
yönetmen, tüm filmlerde önce gerçekliği mevcut berraklığıyla izleyiciye
sunuyor. Müziğin kullanılmadığı atmosferde uzun planlardan anlam çıkarmaya
çalışırken dahi sıkıntıyla dolan izleyiciyi ise her filmde bir kırılma noktası
bekliyor. Kırılma noktalarının uzunluğu değişken; kiminde sonu getireceğini,
kiminde geçip gittiğini hissedebiliyorsunuz. Bu hissi yaratmak yönetmenin en
sevdiği alan; çok sayıda siyah ekran ile plan ve sahnelerin aniden bölündüğüne
eşlik ediyorsunuz. Ardından kırılma noktalarının getirisi bir sonla
buluşacaksınız. Gerçekliğin içinde bir an için gerçeklikle olan bağınızı
yitirmeniz son derece olası, ayarlarınızla oynamayın, çünkü hepimizde var olan
ayarlarla Haneke zaten o an oynuyor.
“Kimsenin kolayca
ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler”in yönetmeni, gerçeklik
duygusunun yitirilmesini elbette ki sadece insan doğasına bağlamıyor. Biraz
evvel sözünü ettiğim II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan fazlasıyla mekanik yaşam
biçimi, kapitalist düzen, siyaset ve medya üzerinden ağır bir toplum
eleştirisini içinde barındırıyor. İnsanı masum kılma gayesi olduğunu söylemek
doğru olmaz ama tek suçlunun insan olmadığını biliyor. İnsan, bu noktada kimi
sebepler yüzünden ortaya çıkan bir kaza, bir olamamışlık. Şiddetin doğallığını
sorgulamaktan uzak bir beton yığını… Seyircinin tepesine çökmesine ramak kalmış
bir sistem piyonu. Saraybosna’da yaşanan soykırımı, Türkiye’nin doğusunda
gerçekleşen terörü, bir okul baskınını, Ortadoğu’nun kanayan yarasını bir ana
haber bülteninde istifini bozmaksızın yemek yerken izleyebilecek kadar “insan”
olmaya uzak bir varlık.
Böylesi bir
yapıda ortaya çıkabilecek bir çöküş ya da bu yapının kendini dışa vururken
göstereceği şiddet çok mu absürt? Hayır, değil. Gerçeklik hissini yitiren ana
karakterlerin tümü aslında dünyada yaşanmış, yaşanmakta olan ve yaşanacak
şiddetin, bunun doğallığının, duygusal buzlaşmanın; bunların sonucu olarak
kötülüğün meşrulaşmasının tipik örneklerini sunuyor. Üçlemenin ortak noktası
haber bültenlerinden kesitler barındıran sahnelerin günümüzde daha da şiddetli
ve duyarsız olmadığını söylemek mümkün mü? Peki, bunları izlerken bizim halet-i
ruhiyemiz filmlerdeki karakterlerden çok mu farklı? Veyahut insan üçlemedeki
karakterlerden daha iyiye mi gitti, daha mı vicdanlıyız, daha mı onurluyuz?
Sanmıyorum. O halde izlerken ense kökümüze kadar gerilmemize sebep olan
hikâyeler bizi niye bu kadar rahatsız ediyor? Düpedüz gerçek oldukları için mi,
yoksa gerçek olduklarını kabul edemeyecek kadar korkak olduğumuz için mi? Kabul
edersek din, toplum, siyaset, bilumum amaç ve araç topyekûn çökebilir endişesi
yüzünden mi ya da? Sahi, filmlerde bile yüzleşemiyor olabilir miyiz kendi
gerçekliğimizle?
İzleyin, kendiniz
karar verin sevgili okuyucu. Kimilerinin dediği gibi, "Haneke izlemek her babayiğidin harcı değildir" tarzı kibirli bir yorumda bulunmaktan çok uzağım ama değerli sanatçının üçlemeyle başlayan ve yakın
çizgide devam eden filmografisinin tüm parçaları, şiddetin doğallığı ve insanın
duygusal buzlaşması üzerine kurduğu felsefe ile bana hayli gerçek geliyor.
Söz konusu
filmler;
Der Siebente
Kontinent (The Seventh Continent) - 1989
Benny's Video
-1992
71 Fragmente
einer Chronologie des Zufalls (71 Fragments of a Chronology of Chance) - 1994